Avrupa’da medeniyet kaybının kodları
Avrupa açısından Rusların uygarlık tarihine katkıları ile kavgaya tutuşmanın reel politik düzeydeki nedeni acziyetten başka bir şey değil. Rusya ABD önderliğinde başlatılan ve adına yeni dünya düzeni denilen dönemin sonunu eylemli olarak ilan etti. Arkada kalan dönem, Amerikan hegemonyasının küreselleşme adı altında estetize edildiği bir dönemdi. Batılı ideologlar küreselleşmeyi iletişim ve ulaşım tekniklerindeki olağanüstü gelişmelerin bütün dünyayı koca bir köy haline getirmesiyle açıklamak isteseler de, işin esası kapitalizmin ABD önderliğinde dünyayı “küreselleştirmesi” yani kendi hegemonyasını dayatmasından ibaretti. İletişim ve ulaşım teknikleri bu ekonomik dayatmanın mütemmim cüzü olarak işlev gördüler. Bu nedenle küreselleştirme operasyonunun esası NATO silahlarının gölgesinde yürütüldü. Şimdilerde Rusya’nın NATO’yu silahla püskürtmesi yeni dünya düzeninin efendilerinin karizmasını çizince, tabiri caizse köpeksiz köyün değneksiz gezenleri yine tabiri caizse eşekten düşmüş karpuza dönmenin faturasını Dostoyevski’ye kesmeye kalkıyorlar. Batı’nın Rusya’ya verdiği tepkide ayarının kaçması esas olarak bu acziyetlerinin yarattığı şokla ilişkili. Ama bundan daha derine giden ve Batılı düşüncenin hem kendisini hem de dünyayı okumasının kodlarını oluşturan bazı kültürel sebepler de var.
20. Yüzyıl boyunca modern uygarlığın anavatanı Avrupa’nın bir uygarlık krizi yaşadığına ilişkin tartışmalar yapılageldi. Liberal ütopya geleceğin rasyonel bireyler dünyasının akla aykırı olan her şeyi ortadan kaldıracağını, savaşların ve cehaletin sona ereceğini vaat etmişti. Medeni Avrupalılar sömürgeciliğin aslında ilkel halklara medeniyet götürmek olduğuna dolayısıyla ortada medeniyet ve rasyonalite ile çelişen bir durum olmadığına en başta kendini inandırarak pisliği halının altına süpürmeyi başarmışlardı. Ancak 20. yüzyılın perdesini kendi kıtalarındaki Cihan Savaşı ile açıp, üzerine faşist diktatörlükler çağını ekleyince, o da yetmeyip ikinci kez dünya savaşına tutuşunca liberal iyimserliğin çöktüğünü kabul etmek zorunda kalmışlardı. Uygarlık krizi tartışmaları bu zeminde başladı.
1920’lerde felsefede Edmund Husserl’den başlayan, Martin Heidegger’le devam eden, tarih alanında Oswald Spengler ve Arnold Toynbee’de yansımasını bulan kriz ve çöküş tespitleri, 1940’larda antropolog Claude Levi-Strauss’un “ilkel” insan ile modern insan zihni arasında hiçbir farkın olmadığını söylemesiyle bir tür özeleştiri düzlemine varmıştı. Strauss’un çalışmaları Batılıların kimseye uygarlık götürme haklarının olmadığı sonucunu doğuruyordu. Çünkü insan zihninin arka planındaki yapısal belirleyiciler tarih üstü idiler. Bu yapısalcı “çözümleme” kısa bir süre içinde postyapısalcılara, oradan da postmodenistlere ilham vererek bilimin, aklın, ilerlemenin, evrensel değerlerin velhasıl Avrupa’nın demokratik devrim süreçlerinde insanlığa kattığı uygarlık kazanımlarının sorgulandığı bir göreceliliğe kadar yuvarlandı gitti. Bu teorik tartışma birikimi kısa bir süre içinde Huntington, Fukuyama, Fuller gibi ideologlar tarafından batı-dışı dünyaya bilime güvenmekle hata yapacakları, batının demokratik devrimci tarihinin kazanımlarına özenmemeleri, kendileri gibi kalmanın onlar için en iyisi olduğu türünden medeniyetler çatışması teorilerinin dayanağı haline getirildi. Bir başka deyişle, Batılı beyaz adamın sömürgecilik yüküne (White man’s burden) karşı özeleştirel tavrı, reel politik düzlemde yine batının üstünlüğünü koruması ve diğer ülkelerde cehaletin, akıldışılığın, bilimsizliğin ve azgelişmişliğin övünç kaynağı haline getirilmesinin dayanakları olarak kullanıldı. Avrupamerkezcilik galip geldi, Batının üstünlüğü batıya aitti!
Kendi üstünlüklerinin tarih dışı bir realite, bir çeşit sosyoloji kanunu olduğuna inanmış olan Batılı aydınlar ve siyasetçiler, uygarlık krizinden çıkışı da yine Batı’daki gelişmelerde keşfettiler. Avrupa her ne kadar 20. yüzyılda insanlığın geleceğine dair vaatlerinde çuvallamış olsa da, durumu seyredecek değildi. Yeni hedefler tayin ederek, yeni bir temelde insanlığın geleceğine ilişkin özgürlük, adalet, barış, huzur, zenginlik vb. iddialarının öncüsü olmayı sürdürebilirdi. Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, bir uygarlık dairesi, bir sonraki uygarlık aşamasının da öncüsü olabilirdi. Geçmişte uygarlıklar Mezopotamya, Hint, Çin, Kuzey Afrika (Mısır), Ege, Akdeniz, Arap yarımadası ve Batı Avrupa gibi dünyanın farklı coğrafyalarında birbirlerinin bıraktığı yerlerden alarak yükselmişlerdi. Ama şimdi batılılar 18. yüzyılın demokratik uygarlığının barutunu tüketmesinden sonra insanlığın yine Batı Avrupa’dan bir sonraki uygarlığı inşa etmeye başladığını iddia etmekteydiler. 1960’ların sonlarında Herbert Marcuse’a göre, işçi sınıfından beklenecek bir şey kalmamıştı ama olsun! Geri Avrupa ileri Asya diyecek hali yoktu. Onun yerine göçmenleri, etnik azınlıkları, eşcinselleri vb. geleceğin özgür toplumunun yeni taşıyıcıları ilan etti ve yine batıdan başlayarak insanlığın geleceğini müjdeledi. Alvin Toffler’ın 1980’de verdiği müjde ise Üçüncü Dalga uygarlığının başladığıydı. İkinci dalga, yani sanayi uygarlığı batıda başlamıştı. Üçüncü dalga da batıda başlıyor, bilgi toplumuna geçişe Batılı toplumlar önderlik ediyordu. Görüldüğü gibi ne varsa Batı’da vardı.
Medeniyet inşasında kendi tarih-üstü öncülük ve üstünlüğüne böylesine inanan bir dünyanın, olguların katı gerçeği karşısında inkâra yönelerek gerçeklerle başa çıkmaya çalışması pek de şaşırtıcı olmamalıdır. Yeni bir çağa girdiğimiz gerçeğini inkâr etmek şüphesiz Batılı insanın mustarip ruhunu biraz olsun rahatlatacaktır. Peki, ama gerçeği değiştirebilecek midir? Orası şüpheli.