Ayasofya ve Bergama Sunağı

Ayasofya kadar, belki de ondan daha fazla tartışmalara konu olan bir diğer tarihi eserimiz de hiç kuşku yok ki Bergama Sunağı'dır. Neredeyse yarım asırlık bir geçmişe sahip olan gazetecilik yaşamımın her evresinde –belki de periyodik olarak her yıl- bu sunağın ait olduğu ülkeye, yani Türkiye’ye iade edilmesi konusunda ısrarcı olunup, kampanyalar yapılmış ama, her seferinde de, Alman yetkililerin nezaket kurallarına pek denk düşmeyen olumsuz yanıtlarıyla karşılaşılmıştır. Bergama Sunağı da en az Ayasofya denli önemli olan bir dünya miras, benzeri olmayan nadide bir sanat eseri, dahası ,antik dünyanın belki de “yedi harikası”ndan biri değil ama en az onlar kadar önemli bir şaheseridir. Ayrıca Anadolu’dan götürülen – yoksa çalınan demek daha mı doğru olur- antik eserlerin en görkemlisidir. O kadar görkemlidir ki; herhangi bir müze yapısına sığmadığı için, 1930’da Berlin’de onun için adını taşıyan özel bir müze oluşturulmuştur. Bergama Sunağı/Altar’ının sanat değeri kadar, Anadolu’dan kaçırılışı ve de ondan sonraki serüveni de bir gerilim filmi ya da bir romanın konusu olacak denli ilginçtir. 1864’te Dikili-Bergama yolu yapımında çalışan Alman mühendis Carl Human tarafından izinsiz yapılan kazılar sonucu bulunup yurt dışına ( Prusya’ya) kaçırılan bu eser İkinci Dünya Savaşı’nda, korunmak için saklandığı mahzende bulunarak SSCB’ine götürülmüş, bir süre sonra da Doğu Almanya’ya (Berlin) verilerek orada adıyla anılan bir müzenin içinde, aslına uygun bir şekilde teşhir edilmeye başlanmıştır. Bergama Müzesi (Pergamonmuseum) bugün, British Museum, Louvre Museum ve Hermitage Museum’larından sonra belki de dünyanın en önde gelen –ve de en çok ziyaretçi çeken- müzelerinden biri olma konumundadır. Durup dururken Bergama Sunağı’ndan söz etmemiz elbette ki nedensiz değildir. Bu sunağın önemini zaten bilen bilir. Bilmeyenler için ise Google’da ufak bir gezinti yapmak yeterlidir. Ufak bir araştırma sonucu önümüze bu sunakla ilgili yüzlerce bilgi çıkmaktadır. Sunakla ilgili haberlerin büyük bir çoğunluğunun başlığı ise ya “Bergama Sunağı Anavatanına dönüyor…” ya da “Bergama Sunağı’nı yine istedik” şeklindedir. Günlerdir, Ayasofya üzerine tartışmalar yapılıyor ve bu tartışmaların ne gariptir özünü de “bizim olması” oluşturuyor. Ayasofya elbette ki bizimdir. Bunun aksine söyleyen de yok zaten. Ama nedense bu “bizim olması”, inatla, altı çizilerek her tartışmada yüksek sesle ifade edilerek bıktıracak denli yineleniyor. Ancak; 1453’ten beri bize ait olanın ve bundan böyle de hep bizde kalacağı bilinen bu sanat şaheserinin, her daim “bize ait” oluşunun büyük bir ısrarla vurgulanması, ama en az onun kadar “bizden” olup da, çalınarak bizden götürülüp, bir asarı geçkin bir zamandır “ellerde olan” Bergama Sunağı’ndan esirgenmesi inanın acı veriyor insana. İşin bir diğer acı, kahredici yanı ise, aynen şöyle: Tarihin en büyük kaçakçısı olarak bilinen Carl Humann 12 Nisan 1896’da İzmir’de ölüyor ve Gürçeşme’deki Katolik Mezarlığına gömülüyor. Bu mezarlık 1950’de imara açılınca kemikleri mezarlıktan alınıp o sıralar arkeoloji müzesinin deposu olarak kullanılan Agios Voukolos kilisesine götürüyor. Yıllar sonra 18 Mart 1954’te Alman Başbakanı Konrad Adenaur Ankara’yı ziyaret ediyor ve dönemin başbakanı Adnan Menderes’ten Humann’ın mezarının Bergama’daki sunağın temellerinin olduğu yere gömülmesini istiyor. Ve bu isteği kabul görüp, tarihin en büyük tarihi eser kaçakçısı (tabii ki Toraia eserlerinin üzerine yatan Heinrich Schlimann ile birlikte) Carl Humann, bizden çalıp Almanya’ya götürdüğü Bergama Sunağı’nın bizde kalan temellerinin hemen yanı başına gömülüyor… Ve mezarı hala orada… Çaldığı sunağın hemen yanı başında…Ve hala da bu coğrafyanın göz bebeği Bergama’yı 1878’den beri meslektaşları ve de vatandaşları olan Alman Arkeologları kazıyor… Garip bir çelişki: bizim olanı “bizim” diye diretip duruyoruz da, “bizim olup” da, çalınıp “bizde olmayanı” unutup gidiyoruz.… Tıpkı, Amin Maalof’un, içinde yer aldığımız coğrafyanın insanını “Her şeye üzülüyor ama, hiçbir şeyle de ilgilenmiyor” tanımlamasıyla altın çizdiği gibi… Kısacası; Büyük, güçlü, kararlı devlet olmanın yolu; bizim olanın “müze” ile “cami” arasındaki tercihinden değil de, aksine; bize ait olanların, ait oldukları topraklara iade edilmesinin kararlılığından, ısrarından ve de ilkeli tutumlarından geçer… Ne diyelim? Belki bir gün; o da olur.