Aynı gemide
Siyasî iktidar başka, ülke başka. Bunlar farklı şeyler. Birincisini değiştirebilirsiniz fakat ikincisini değiştiremezsiniz. Birincisinin hataları yüzünden ikincisi zorlanıyorsa, birincisini nasıl değiştirip ikincisini kurtarırım diye düşünmeniz gerekir.
Öyle yapmaz da, ülkeyi bir gemi, siyasî iktidarı da o geminin değişmez kaptanı olarak görürseniz, “Hepimiz aynı gemideyiz” demeye başlarsanız. Bu durumda size düşen, güvertede oturup kaptanın başarısı için dua etmekten ibarettir. Elbette, tartışırsınız. “Bu kaptan bizi bu fırtınanın içine niye soktu?” diyerek yakın geçmişi gözden geçirebilirsiniz. “Bunun kaptanlık diploması, fırtınalı deniz tecrübesi, seyrüsefer kabiliyeti var mı?” diye sorgulayabilirsiniz. Sular güverteyi kaplamaya başlayınca kaptan köşkünün önüne gelip, “Kardeşim, fırtınanın içine doğru açılma, kıyıdan kıyıdan git, kötüsü olursa baştankara edersin” gibi şeyler de söyleyebilirsiniz. Kaptan dev bir dalgayı savuşturan başarılı bir manevra yaptığında “Bravo!” diye bağırıp alkışlar, gemiyi dalganın altına soktuğunda “Oha!” diye bağırıp yuh çekebilirsiniz. Fakat kafanızdaki sabit fikir değişmez: dümeni kim tutuyorsa kaptan odur ve hepimiz aynı gemideyiz.
Bazıları birinci sınıf geniş kamara süitlerde huzurlu, bazıları ikinci sınıf dar kamaralarda kaygılı, bazıları güverte altında sıkış tepiş seyahat ediyor; makine dairesinde proletarya ter dökerken balo salonunda burjuvazi şampanya patlatıp vals yapıyor, durumu fark eden bir kesim üst güverteden helikopterle tüyerek gemiyi terk ediyor... gibi derin bir sınıfsal analiz yapacak değilim. Bunun faydası yok. Faydalı olan, kaptanı değiştirerek gemiyi kurtarma ihtimali üzerinde odaklanmaktır. Kaptan ve gemi metaforuyla siyasî iktidarı ve ülkeyi tartışıyoruz.
“Hepimiz aynı gemideyiz” sözü, başta iktidar katları olmak üzere bütün siyasî partilerden topluma doğru hızla yayılıyor, giderek çoğunluğun bakış açısı hâline geliyor. Bu bakış açısının çok kısa ömürlü olduğu kesindir. Bunu anlamak için, mevcut siyasî iktidarın “serbest piyasa” sevdasından kurtulamayacağını bilmek, bu seferki krizin toplumsal (ve elbette sınıfsal) sonuçlarını sezebilmek, 2002, 2007 ve 2013’teki kitlesel tepkileri yeniden değerlendirmek yeterlidir.
İnsanlar kendilerini mahkûm hissettikleri bakış açısını kolayca değiştirmezler. Bakış açısı ancak maddi koşullar kötüleştikçe, eskisi gibi yaşama imkânı kayboldukça değişir. Zamanla hastalar ilaçsız kalmaya, çarşı pazar tenhalaşmaya, plazalar boşalmaya, işsizlik enflasyon iflaslar toplumu harmanlamaya, insanlar homurdanmaya, devletin baskısı artmaya başlar. Kitlesel tepkileri yönlendirmek isteyen güçlerin ajitasyonu başlar. Eskiden devrimciler buna “iktisadi krizi devrimci krize dönüştürmek” derlerdi. Fakat bugünün dünyasında, iktisadi krizi karşıdevrimci krize dönüştürmek, açığa çıkan öfkeyi çok farklı hedeflere yönlendirmek geçmişe kıyasla çok daha kolay.
Bütün bu nedenlerden ötürü, hükümetin zihni sinir önlemlerine fazla bel bağlamadan, hem kaptanın hem de geminin selameti için orta vadede bir erken genel seçimi düşünmek gerekir. Bu fırtına mevcut kaptanın üstesinden gelebileceği türden değil. Daha kapsamlı bir geleneksel devlet aklına ihtiyaç var. Reis iktidarda kalsın diye, günü kurtarmak için bütün varlıklarımızı elden çıkarırsak, sömürge oluruz.
Öncelikle geminin güvenliğini sağlamak gerekir. Türk Ordusu’nun emir komuta birliğini, istihbarat-lojistik-eğitim imkânlarını iade etmek, dünya ve bölge durumuna uygun bir askerî doktrin oluşturmak şarttır. Önce millî güvenlik! Üretim/teknoloji/eğitim alanında çok ciddi yapısal dönüşümler sonra gelir. Zira büyük bir dönüşüm farklı kadroları ve büyük bir seferberlik hareketini, yeniden tertiplenmeyi gerektirecektir. Mevcut rejim bu türden yapısal dönüşümlere ideolojik ve sınıfsal yapısı nedeniyle uygun değil. Kimsenin asabını bozmak istemem ama “İnşallah, oldu da bitti maşallah!” diyerek yoluna devam etmesi hâlinde gemiyi tek parça hâlinde tutmak pek mümkün görünmüyor. İleride şelâle var!