Basının duayenleri...

Sözüm kimseye değil, ortaya... Kimse alınmasın... Çoğu alanda olduğu gibi basın sektöründe de -herkes değil- çoğu kişi, üç maymunu oynuyor. Yani yıllarını bu alanda harcayarak -duayen değil- ustalaşan ve hala onca yaşına karşın bu mesleği sürdürmenin üstesinden gelenler, son günlerdeki malum olaylar nedeniyle “basında duayenlik” hakkında ne yazık ki, ne düşündükleri gibi konuşuyorlar, ne de konuştukları gibi düşünüyorlar. Herkes suskun olunca, doğal olarak da ortalık duayenlere (!) kalıyor...
Bizim basın tarihimiz “çakma” ya da “sahte” duayenlerle doludur. Duayen olmak için asla iyi bir gazeteci olmaya gerek yoktur. Herhangi bir gazetenin patronu olmanız bile, isteseniz de istemeseniz de size “duayenlik” payesini yakıştırır. Bizim basınımızda duayen olmak için patronluğun dışında iki olguya daha gereksinim vardır: İlki, tirajlar, ikincisi ise bu alanda harcanan seneler. Yani satılan gazete sayısıyla, yılları harcamak... Bu iki önemli ögenin dışında başarı, yetenek, ödül vs’nin duayenlikle hiçbir yakınlığı yoktur. Bu alanda sivrilenler, olsa olsa yalnızca “iyi gazeteciliğe” dek yükselirler, ama hiçbir zaman duayen olamazlar...
Yalnız basında değil, hemen hemen her alanda. Örneğin sanatta, kültürde özellikle de sinema alanında duayenlerden geçilmez. Bizde onur ödüllerinin karşılığı başarı ile değil de o meslekte harcanan yıllarla ölçülür. Ama o yıllar içinde ne yaptığınız asla söz konusu olmaz.
Biz yine basına dönelim: Babı-ı Ali’nin duayen patronlarından biri, gazetesini satacak söylentileri üzerine, babasından miras kalan gazetesinin ilk sayfasına “Hiç insan hürriyetini satar mı” diye yazmıştı... Duygulandık...Ama bir süre sonra “Hürriyet” ini sattı... Demek ki duayenlik parayı bulana kadarmış...
Duayenliğe giden en kestirme yolun tirajlardan geçtiğini söylemiştik... Doğrudur...Yaşı biraz geçkin olanlar bir zamanlar gazetelerin değil de onunla birlikte ücretsiz verilen başta bardaklarla çanak-çömleklerin ne denli ilgi gördüğünü ...O yıllar her şeyin tiraj üzerine kurulduğu yıllardı. Yalnızca satmak... Ne olursa olsun gazetenin tirajını yükseltmekti. Gazetecilik ilkesi, namusu, etiği ise erdem olmaktan çıkmış, her şey tiraj üzerine inşa edilmişti... Her gazete mezhebine ya da dayandığı kitlenin cinsine göre, ya bardak, ya da Kuran-ı Kerim veriyor, insanlar bunları almak için gazetelerin önünde kuyruklar oluşturuyor, hatta kapı çerçeveleri kırıyordu...
Bugün; o yılları yaşayan gazeteciler bir gazetenin tirajının nasıl arttırabileceğini çok iyi bilirler. Ama nedense -bir kaçı içinde- asla bunlardan söz etmezler... Bilindiği halde söz edilmemesinin tek nedeninin ise korku olduğunu belirtmeye sanırım hiç gerek yok...
Yoksa herkes, ama herkes bilir... Gazetenin ilk sayfasındaki, asparagaz haberlerin bir çoğunda yayınlanan fotoğrafların, aslında habere konu olan kişilerin değil de, onlar gibi gösterilmeye çalışılan ve de tekzip hakları asla olmayan hapishanedeki suçlu ama bu haberde, ise hiç suçlu olmayan kader mahkumlarına ait olduğunu...Sözüm ona baskın yapılan yerlerin aslında düzmece donatıldığını, saygın bir adamın yanındaki kadının sevgilisi değil de, gerçekte annesi ya da kız kardeşi olduğunu, bebeğin sakalsız, genç kız cesedinin çıplak değil de giyimli, ağlayan genç kızın genelev kadını değil de öğrenci olduğunu, Babı-ı Alide çalışan her kes iyi bilir. Hem de çok iyi bilirler de, nedense hiç konuşmazlar...
Yine basındaki çoğu kişi, çok ama çok büyük gazetelerin, anahtarlardan birinin patronda, diğerinin de güvenilir adamında olduğu, çelik dolaplarda kimlerin, nelerinin saklandığını, zamanı gelince de nasıl kullanıldığını çok, ama çok iyi bilirler... Bilirler de nedense yine hiç seslerini çıkarıp, kalemlerini oynatmazlar...
Eski deyimle “istisnaları tenzih ederim...” ama, sonuçta böyledir bizim basınımızın bazı duayenleri... Muhabirler yapınca kovulur, duayen yapınca “yanılmışım” der... Ama daha garibi; haberi yayınlayana da duayen deriz yayınlamayana da...
Gel de şimdi genç gazetecilere bu durumu anlat.