Başka Bir 'Bir Başkadır'
8 Ocak 1954, hava kar, kış kıyamet. Nefis adam Nurullah Ataç, ikindi matinesi için Sıhhiye’de. İçerisi sıcak en azından. Ankara Sineması’nda eş dostun pek övdüğü bir film: 1951 yapımı A Streetcar Named Desire gösterilecek; şu meşhur Arzu Tramvayı canım! Film hakkında eş dosttan iyi şeyler duyunca meraklanmış, kalkıp gelmiş. Çıkışta doğrudan eve mi gitti, bir yerlere uğradı mı bilinmez ama gece kalemi kuşanıp güncesine davranmış; “beğenilecek çok şeyler” olduğunu sezmiş filmde. Sezdirmek, iyi eserlerin özelliği... Fakat bir tıkanma, zorluk; berrak değildir kafasındakiler. Tam anlamamış demek. Fransızca yerine İngilizce bilse ya da film dilimize daha düzgün çevrilse belki de sorun kalmayacaktı. Gelgelelim iyi eserler bizden çok şey bekler, hemen teslim olmazlar.
Sinemada Arzu Tramvayı’ndan önce Xavier Cugat Orkestrası’nın müziklediği bir de kısa film gösterilir. Onu daha çok seviyor Ataç. Ama işte sezgi adamı. Asıl filmde de boş geçilemeyecek şeyler olduğunun farkındadır. Kar kış demez, 11 Ocak’ta tekrar izlemeye gider. Bu kez güncesine farklı şeyler yazacaktır. Çünkü ikinci kez bakılınca alışık olmadığı türden güzellikler fark eder. Daha önce kaçırdığı kimi ayrıntılar yüzünden ona karanlık görünen yapıt, bu yeni ışıkta parıldamış, anlam kazanmıştır. Delifişek Ataç işte, bak ne diyor: “Büğün bir daha gittim Arzu Tramvayı’nı görmeye. Benim sinemaya ne kadar az gittiğimi bilenler böyle bir filmi iki kere görmeme şaşabilirler. İlk seferinde anlamamıştım da onun için bir daha görmek istedim. Geçen gün neden anlayamamışım, bilmiyorum.” Yazıp duruyor, nihayet ekliyor: “Sevdim o filmi, çok sevdim”...
Arzu Tramvayı, Tennessee Williams’ın 1947 tarihli bir oyunu. Kabaca başkahramanımız Blanche Dubois’nın (blanche Frenkçe beyaz demek, Ataç fark etmiş miydi), kardeşi (Stella) ve kardeşinin kocası Stanley’in evini ziyaret edişiyle başlar. Aslında bir ziyaret değildir bu... Blanche malını mülkünü kaybetmiş, zengin sınıftan güneyli bir ailenin kızıdır. Gençliğinde âşık olup evlendiği adamın, oyunun yazarı Williams gibi eşcinsel olduğuna şahit olmuş, bir partide ona bunları söylemiş, adam sonuçta intihar etmiştir. Kaybın yasını atlatamayan Blanche, devamında aileden kalan serveti yitirmiş; edebiyat öğretmeni olarak çalıştığı okuldan genç bir öğrencisiyle yaşadığı yakınlık nedeniyle kovulup aslında zoraki biçimde Stella ve Stanley’in yanına “sığınmıştır”. Gidecek başka yeri yoktur. “Gerçeği değil sihri arayan” bu kadın, “yasemin kokusundan etkilenecek” erkekler bekler hayattan fakat karşısında Stanley vardır yani ABD!
Blanche, Stanley’in poker arkadaşı Mitch ile yakınlaşacaktır. Fakat Stanley bırakır mı! Sonuçta kadıncağıza tecavüz de eder. Nihayet delirip akıl hastanesine kapatılan Blanche’ın müthiş finaliyle son bulur drama. Bizde önce diva Yıldız Kenter’in, sonra Zerrin Tekindor’un Blanche performansları anılmalı. Kadın erkek meselesinin baskın olduğu oyunda delilik, şiddet, çürümüş ABD, sınıflar Williams’ın acımasız merceği altındadır.
Oyunun, Kayserili hemşerimiz Elia Kazan’ın yönettiği, Ataç’ın film olarak izlediği sürümünde dört başrol de (Marlon Brando – Stanley, Vivien Leigh - Blanche, Kim Hunter - Stella, Karl Malden – Mitch) aynı süreçte metni Broadway’de sahneleyen oyuncular olduğu için belki, ortaya harika bir film çıkmış; oyuncuların her biri yıldızlaşmıştır. Oyunculuk dalında bir filme verilecek dört Oscar’dan üçünü alan iki filmden biridir Arzu Tramvayı. Oscar alamayan tek sanatçının, filmde efsane oyunculuğu ve yakışıklılığıyla parlayan gencecik Marlon Brando olması da ABD’nin sinemadan neyi, ne kadar anladığını göstermek açısından önemli.
Stanley ile çoktan dağılmış, dantelayla bezeli, zarif ve kırılgan dünyasında yaşayan Blanche’ın savaşı... Kadının güzelliğe olan zaafı, etrafta yaşanan tüm ilişkilerin şehvet - şiddet ekseninde akışı, dar sokaklardaki Arzu adlı tramvay ve ABD rüyasının yoksullara vaat ettiği boğucu hayat. Ataç bunları sezmiş olmalı. O güneyli, aristokrat, kırılgan Blanche ile Brando’da simgeleşen yoksulluk - değersizlik bileşimi, kuvvetli, basit, hülyasız iki tipin inanılmaz karşıtlığı ve tabii karşılaşması. Duvara çarpıp ölen kelebek.
Edebiyatın çılgın çocuğu Williams, oyunu önce Poker Gecesi adıyla yazmış, sonradan kadraj erkek yerine düşmüş kadına yönelince ismi değiştirmiştir. Evet, ortada hayat benzeri bir poker oyunu vardır ve kaybeden, bu kof değerler dünyasında yaşamaya çalışan Blanche; kazanansa vahşiliği ve karanlığıyla Stanley yani ABD’dir. Evet, ABD güzeldir, kaslıdır, yakışıklıdır ama yıkıcıdır... Söylenen budur.
Bir aydır köşesinden ses etmeyen ben fakir, bu oyunu neyle, neden hatırlar, ondan da söz açayım da öylece bitireyim. Ataç da sevmiş miydi benim sevdiğim müthiş finaldeki şu kısmı acaba: Zavallı kahramanımız Blanche, nihayet kendisini tımarhaneye götürecek görevliye, kim olduğunu sorar, “kim olursanız olun ama” diye ekleyip devam eder: “I've always depended on the kindness of strangers!” - “Yabancıların nezaketine daima güvenmişimdir...” İnsan bir yabancının inceliğine, nezaketine niye güvenir ki! Tek sebebi vardır. Çevredeki yakınların tümü hain ve alçaksa tabii...
Blanche ve Stanley. İkisi de benzer, zıt ve baskın, ikisi de yaşam tarzını ısrarla dayatan; biri eski soylu sınıfın diğeri yeni avam düzenin insanı. Bu iki kişinin hikâyesi bugün halen “Bir Başkadır”. İzleyecek şey arıyorsan insana, sınıfa dön ki beş para etmez şekil, sakal, kıl tüy, başörtüsü tartışmasından kurtul.
Eh hoş geldim diyeyim bir de kendime... Görüşelim haftaya, yine!