Başkanlık rejimi kazandı
24 Haziran seçimi ve muhalefetin bozgunu, son on yılımıza yayılmış 3 olayın sonucudur. İşin özünde parlamenter rejime son verip başkanlık rejimine geçiş vardır.
2007 yılında 21 Ekim günü anayasa değiştirilmişti. O vakit muhalefet, “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi basit bir şey değildir; siyasal rejimi değiştirmektir” demedi. Bu işin özünü ifşa etmekten uzak durdu.
Oysa yetkiyi belirleyen şey, geldiği kaynak. Çağdaş devlette kaynak, halk. Onun doğrudan seçtiği makam hangisiyse, rejim ona göre renk alır. Halk doğrudan meclisi seçiyor ve herşey -cumhurbaşkanı, hükümet, vb. ondan türüyorsa o rejim parlamenterdir. Ama halk meclisin yanısıra cumhurbaşkanlığı gibi bir makamı da doğrudan seçiyorsa, siyasal rejim artık başkanlık kulvarına açılmış demektir.
Ne demek başkanlık rejimi? Tartışılacak çok şey vardı. Tartışılmadı. Dendi ki, “bu teklife karşı çıkmak olur mu, sonra siz halktan çekiniyorsunuz derler!” Bunların yanında ortalığı bir de “halk rejimmiş sistemmiş, bunlarla ilgilenmez zaten” lafı sardı. Sonuçta seçmenin yüzde 67’sinin gittiği sandıktan yüzde 31 hayır çıktı; yüzde 69 evet.
Aradan yedi yıl geçti. Çok uzun bir süre. Seçimli cumhurbaşkanının parlamenter rejimi ortadan kaldırmak sonucu yarattığını gayet iyi bilenler ya “yok canım, ikisi birlikte olur, niye olmasın” ya da “artık geçti, gitti” dediler. Oysa anayasada henüz cumhurbaşkanı-parlamento yetkileri düzenlenmemişti. 2014 yılı geldi. İlk seçim yapıldı. Seçilmiş cumhurbaşkanının ne anlama geldiği, seçim sürecinde de mesele edilmedi. AKP oylarını da cezbedeceği sanılan ‘ekmek için Ekmeleddin’i getiririz, meseleyi bitiririz” siyaseti galebe çaldı. Erdoğan, Ekmeleddin, Demirtaş yarışa girdi; katılım yüzde 74 oldu. Sırasıyla yüzde 52.7, yüzde 38.4, yüzde 9.8 oy aldılar.
O gün siyasal rejim fiilen “yarı-başkanlık rejimi” oldu. İlgililer çok da önemsemediler.
Taa Özal’dan beri “başkanlık” diyen kanal, ‘cumhurbaşkanını halk seçmiş, elbette daha yetkili olması lazım’ diye mırıldanmaya başladı. Kimsenin beklemediği bir zamanda, kendilerinin bile tamamına erdireceklerinden emin olmadıkları bir ortamda anayasa değişikliğini gündeme getirdiler. Muhalefet, referandum kararı henüz yasalaşmadan tuhaf bir heyecana kapıldı. Böyle sandığa hayır diyeceğine, sandıkta hayır demek için çığlık çığlığa sandığa koştu. 16 Nisan 2017’de katılım iyice arttı; yüzde 85’e çıktı. Evet yüzde 51, Hayır yüzde 49 oldu. Türkiye’nin siyasal rejimi, sıkıştırıldığı yüzde 51/49 dar kapısında iktidar lehine değişti.
Siyasal rejim anayasal olarak “başkanlık rejimi” oldu.
24 Haziran 2018 bu üç olayın son halkası... 16 Nisan anayasası, 2019’da uygulanmaya başlanacaktı. İktidar erken seçim kararı aldı. Muhalefet, referandumdaki oyları “hayır cephesi” olarak hayal etti. Full-cephe uğruna, gözler Pensilvanyayı da, hendekçiliği de, Madımak felaketini de görmez oldu. Hatta Erdoğan’a karşı Abdullah Gül komutanlığı için bile uğraştılar. Seçim beyannamesi adı altında neo-liberal döküntüler ortalığa saçıldı. Batı, NATO, AB ve ABD’ye biatler ilan edildi. Sonuç? Katılım oranı yüzde 86, 2 oldu. Erdoğan oyların yüzde 52.6’sını alırken, full-cephe muhalefet yüzde 47.4’te kaldı.
Türkiye fiili olarak “başkanlık rejimi”ne geçti. Öbür yanda ise, Türkiye’nin, hendekçilikle ittifak yüzünden Türk Milleti’nin egemenlik yetkisini savunma, Gül arayışlı yeni saadetçilikle ittifak yüzünden de laik cumhuriyeti sahiplenme gücü lime lime edilmiş oldu.
2007’de atılan ok menziline vardı. Ama tuhaf, başkanlık rejimi sorununa yine dönüp bakan yok. Yoksa başkanlık rejimine karşı sandıklarımız, gerçekten karşı değiller miydi? Hani yüzde 10 barajındaki gibi:”bir geçersem üç fazlasını alırım”! Başkanlık rejiminde de öyle mi oldu? “Şu çarpık parlamenterizmin savunulacak neyi var, hem biz kazanırsak başkanlık çok işimize yarayacak!” İç sesler böyle miydi acaba? Göreceğiz.
Başkanlık rejimini de göreceğiz: En önemlisi federalizmi çağırıp çağırmayacağını...