Başkanlık sistemi ve mutlak iktidar talebi

Bir zamanlar TV’de “her gelin kızın rüyası Zetina dikiş makinası” diye bir reklam vardı.

Türkiye’de bu reklamı çağrıştırırcasına her sağcı politik liderin hayali başkan olmaktır.

Özal başkan olmak istemişti, Demirel istemişti. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller o hayali görecek kadar güçlü olamadılar hiç.

Ama Erdoğan başkan olmayı hep istedi, istiyor. MHP lideri Bahçeli’nin son çıkışı, bir süredir tükenmiş gibi görünen umutları yeşertti.

Son olarak Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, başkanlık sistemine ilişkin düzenlemenin iki-üç ay içinde Meclis'e gelebileceğini ve 2017 ilkbaharında referandum yapılabileceğini belirtti.

Bu talebin başlıca nedeni, Türk siyasetinin yapısal bir niteliği ile ilgili. Türkiye henüz modernleşmeci ve gelenekçi güçler arasındaki hesaplaşmasını tamamlayabilmiş bir ülke değil. Rejimin en temel nitelikleri üzerindeki anlaşmazlıklar bile devam ediyor.

Türk devrimi, Mustafa Kemal önderliğinde en önemli atılımını gerçekleştirmiş olsa da, hedeflerinin önemli bir kısmına hiç ulaşamadı.

Yurttaşlığa karşı kulluk sistemini ve imtiyazlı toplum yapısını yeniden kurmak isteyen gelenekçiler zaman zaman kuvvet kaybetseler de siyasal iddialarını sürdürdüler.

Türkiye’nin ABD kampında yer aldığı 1940’ların sonlarından bu yana toplumun muhafazakârlaştırılması, solun zor kullanılarak denetim altına alınması ve bu amaçla kamu yönetiminin dinselleştirilmesi bir devlet politikası oldu.

Ama toplumun geniş kesimlerinin özgürlük, bağımsızlık, kalkınma ve aydınlanma talebi nihai olarak bastırılamadı. Karşı devrim siyaseten en güçlü olduğu anlarda bile Türk toplumunun nesnel ihtiyaçları ile çelişmeyi sürdürdü. Bu da sağ partilerde hep gördüğümüz daha güçlü iktidar talebinin başlıca kaynağını oluşturdu.

Karşı devrimin tamamlanabilmesi, Türkiye’nin batı sistemine bir daha çıkmayı hiç düşünemeyecek şekilde çivilenmesi ve sorgulamaktan aciz muhafazakâr bir toplumun inşa edilmesi, ancak yasama, yürütme ve yargıyı birleştiren bir kuvvetler birliğinin oluşturulmasına bağlı görüldü.

Kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter bir sistemin içerdiği denetim mekanizmaları nedeniyle, rejimi dışarıda batıcı ve içeride gelenekçi bir yönde dönüştürmek, deveye hendek atlatmak kadar zor. Başkanlık sistemi bu yüzden isteniyor.

Meseleye bu açıdan bakınca Erdoğan’ın kafasındaki başkanlık modeli ile sözgelimi ABD’de uygulanan başkanlık sistemi arasında nasıl bir farkın olduğu/olmasının istendiği daha iyi anlaşılabiliyor.

Başkanlık sistemi ABD’nin bir icadı. Çok sayıda devletçiği federatif bir yapı altında birleştirme ihtiyacının bir sonucu olarak bulunmuş.

Amerikan başkanlık sisteminin başarısı, yasama ve yürütme arasında sert bir ayrılığın varlığına ve toplumdaki parti aidiyeti duygusunun zayıflığına bağlı. Amerikan başkanı, yürütmenin başı olarak güçlü bir figür fakat yasama üzerinde iktidarı yok.

Yasama organı üyeleri ile başkan aynı partiden olsalar bile, bazen başkanın istemediği kanunlar çıkabiliyor ya da çıkmasını istediği bilinen kanunlar onaylanmayabiliyor.

Toplumda ve politikacılarda parti aidiyet duygusu bizdeki gibi değil. Çok daha zayıf. Öte yandan iki partili Amerikan sisteminde Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında rejimin temel kabullerine dair derin bir yarılma yok.

Türkiye’nin toplumsal yapısı, tarihsel birikimi ve siyasal ihtiyaçları ile başkanlık sistemini uygulayan ülkelerin yapıları arasındaki fark açık. Hiçbir siyasal sistem, keyfi biçimde ithal edilip uygulanamaz. Parlamenter sistem, Türkiye’nin tarihsel birikiminin içinden süzülüp gelmiştir. İthal değildir.

Kaldı ki, AKP, TBMM’den güvenoyu almakta ve kanun çıkarmakta zorlanan bir parti olmadı hiçbir zaman. Özal da, Erdoğan da TBMM’yi yürütme karşısında etkisiz elemana çevirecek kadar kudretli oldular başbakanlıkları boyunca.

Ama başkanlık dayatması, güçlü yürütme değil, mutlak iktidar talebinin sonucu olunca sürekli ısıtılıp gündeme getiriliyor.

Türk toplumu, gelenekçi politikacıların mutlak iktidar fantezisini bütün önceliklerinin başına yerleştirmeye ikna olur mu? Çözüm bekleyen bu kadar sorunun ancak ve ancak Erdoğan’ı -siyaset bilimci Maurice Duverger’in deyişiyle- “seçimle gelmiş kral” yapmaktan geçtiğine inanmak için çok az nedenimiz var.