Bataklıkta bata çıka…

François Truffaut’nun 1970’de çektiği “Vahşi Çocuk” (L’Enfant Sauvage), 18. yüzyılın sonlarında ormanda bulunan, duyabilen ama konuşmayı bilmeyen bir çocuğun rehabilite edilerek uygarlığa kazandırılma sürecini anlatır.  Filmde, “Aveyron’un vahşi çocuğu” olarak adlandırılan, sonradan Victor adı uygun görülen 11 yaşındaki çocuğun insanileştirilme aşamaları özetlenirken, insanın içindeki hayvan da sürekli kendini gösterir.

Kemal Sunal’lı “Hanzo” dahil olmak üzere pek çok yan ürünü bulunan vahşi çocuk temasının bir ucunun, haftanın yeni filmlerinden “Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”de de (Where the Crawdeds Sing) karşımıza çıktığı söylenebilir. Önce annesi, ardından üç kardeşi ve en sonunda da babası tarafından terk edilen, bataklık kenarındaki ormanda bulunan aile evinde altı yaşından itibaren tek başına yaşayan genç kızın bir cinayet davasıyla birleşen öyküsü var karşımızda. Yönetmen Olivia Newman, Delia Owens’ın Türkçeye de çevrilen romanından hareketle, Kuzey Carolina bataklıklarında bata çıka büyüyüp serpilen, kasabalılar tarafından “Bataklık kızı” olarak damgalanıp ötekileştirilen Kya Clark’ın öyküsünü, sevgisinin suistimali ve cinayetle suçlanıp yargılanması çerçevesinde aktarıyor “Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”de.

BATAKLIK KIZININ YALNIZLIĞI

Dayakçı babanın zulmüne dayanamayıp evi ilk terk eden, anne oluyor. Sonra sırayla kardeşler… Bir süre babasıyla birlikte yaşayıp, onun da çekip gitmesiyle yapayalnız kalan çıplak ayaklı Kya, bir gün bile sürmeyen okul macerasından sonra kendini tümüyle bataklığı, bitkileri, böcekleri, kuşları tanımaya veriyor. Bataklığın sunduğu zenginlik onu ayakta tutuyor, çok sonraları da yaşamının değişmesine neden oluyor.

Filmin ilk bölümünde ailesini ve Kya’yı fırça darbeleriyle tanırken film ciddi inandırıcılık sorunları taşıyor. Modern yaşamın kenarında, market sahibi siyahi çiftin sıcak ilgisi dışında, devlet dahil kimsenin koruyucu kanatlarını germediği bu küçük kızın yaşama tutunma çabasına şapka çıkartıyoruz çıkarmasına da inanmakta hayli güçlük çekiyoruz. Bazı sahnelerdeki senaryo boşlukları gözden kaçacak gibi değil.

FİNALDEKİ SÜRPRİZ

Kya’nın yaşamına, biri çocukluk arkadaşı olan iki gencin girmesiyle birlikte filmin şekli şemali de değişiyor. Başroldeki Daisy Edgar-Jones’un başarıyla canlandırdığı Kya’nın yalnızlığı, sevgiye açlığı, saflığı ve duygularının sömürülmesi, yanılgıları etkili dokunuşlarla yansıyor perdeye. Film bir boyutuyla yavaş yavaş bir başarı öyküsüne dönüşürken, çok da iyi kotarıldığını söyleyemeyeceğimiz mahkeme sahneleriyle birlikte, Kya’nın sevgisini sömüren zengin şımarık veledin nasıl öldüğü sorusuna kulak veriyor, yaşlı avukat Tom Milton’ın (David Strathairn) idama kadar gidebilecek davada müvekkilini kurtarma çabalarına tanıklık ediyoruz. Ve sürprizli bir final bizi bekliyor.  Bazı bölümleri hayli sarkan ve amatörlük hissi veren, bazı anlarında ise epeyce yükselişe geçen “Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”, örneğin Truffaut’nun filminin aksine, insanın içindeki hayvanı Kya’da değil başka karakterlerde gösteren, seyircinin ana karakterle özdeşlik kurmasını sağlayan, bir ailesizlik ve mahkeme draması şeklinde akıp gidiyor. Aynı zamanda da çarpıcı bir doğa filmi; bataklığın ruhunu, kimsesiz bir genç kıza kazandırabileceklerini, bataklıkta açan çiçeğin güzelliğini yansıtan bir resital yaratmış Olivia Newman. Resital demişken, Taylor Swift’in film için yaptığı “Carolina” şarkısına da özel olarak dikkat çekelim.

“Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”, aileyi yitirmek üzerine, ailece seyredilebilecek bir film.