Batı klasiklerinin çevirisi

Serhan Bolluk’un 7 Ağustos’ta Aydınlık’ta yayımlanan “Von Sadriştaynlar” başlıklı yazısı bazı tepkilere, eleştirilere yol açtı. Hasan Âli Yücel’in önemli işlerinden biri olarak bilinen Batı klasiklerinin çevrilmesini eleştiriyor Sayın Bolluk: “1940’larda bir Batı klasiklerini Türkçeye çevirme furyası var. Tek başına masum ve gerekli gibi görünüyor. Ama Namık Kemal, Ömer Seyfettin aynı süreçte önemsizleştirildi. Kimliğimiz böyle böyle dönüştürüldü.”

O yazının bütünü içinde bana göre olmaması gereken iki cümle bu. Bu iki cümleyi daha da talihsiz yapan “furya” sözcüğü… Hele bu sözcük hiç olmamalıydı. Yıllardır yapılmamış, yapılması gereken işler, Hasan Âli Yücel gibi büyük bir kültür insanını beklermiş, o yaptı. Bolluk’un “furya” dediği çeviriler geç kalınmış, birikmiş işlerin dar bir zamana sıkıştırılması yüzünden “furya” gibi görünmüş olabilir belki… Bana göre geç kalmış, hoş bir rüzgârdı o çeviriler. Sonra o rüzgâr hep Batı’dan esmedi, Doğu’dan, Kuzey’den de esti. Yakında çıkacak olan Sessiz Şampiyon adlı romanımda köy enstitülerinden yetişen olimpiyat şampiyonu Ahmet Bilek’in yaşamını konu aldım. Bilek o yıllarda spor çantasına kitap giren bir iki güreşçiden biriydi. Eşinden okuduğu kitapları öğrenmek istemiştim bir görüşmemizde. Birini bulabildi. Getirdiği kitap MEB’in klasikleri arasında çıkan F. Attar’ın Pendnamesi idi. Hep Batı’dan değil, Doğu’dan da kitaplar yer buldu o çevirilerde. Cumhuriyet Devrimlerini gerçekleştiren kuşağı etkileyen önemli yazarlardan, düşünürlerden biri de Ziya Gökalp’tir. Doğu-Batı tartışmasından tutun da, dil, din, kültür, uygarlık konularında bu büyük düşünürün ne dediğini anlamadan yapılan her tartışma yarımdır, eksiktir. Klasiklerin çevrilmesi konusu da öyle… Tıpkı ezanın Türkçe okunması gibi, klasiklerin çevirisi konusunun da fikir babası Ziya Gökalp’tir. Türkçülüğün Esasları’ında (Varlık Y. 1973) şöyle diyor:

“Yazı lisanımızda eksik olan kelimelerin ikinci kısmı beynelmilel kelimelerdir. (…) Bu kelimelerin lisanımızda vücuda gelmesi için, ne yapmalı? Bunun için en feyizli çare, Avrupa lisanlarında yazılmış olan bütün edebi muhallidelerle (klasiklerle) ilmi ve felsefi monografilerin yeni Türkçeye birinci derecedeki üslupçular vasıtasıyla, büyük bir itina ile tercüme edilmesidir. Bu tercümelerle beraber yeni Türkçeye birçok kelimeler ve ifade tarzları girdikten maada, birçok lisani incelikler ve seyyaliyetler, sarfi aletler ve uzuvlar, nahvî mekanizmalar ve teşkilatlar, hissi ve sırri mânaları ifade edecek yeni kabiliyetler de girecektir.” (s. 121)

Ziya Gökalp, Batı klasiklerini çevirmekle yalnız düşünce dünyamızın değil, dilimizin kavramlar bakımından zenginleşeceğini, incelikler kazanacağını söylüyor ki, doğrudur.

Ziya Gökalp devam ediyor: “Tercüme esnasında, memleketimizce büsbütün yeni olan birçok mefhumlara ve mânalara tesadüf edileceğinden, bunlar için mukabiller bulmak lazım gelecek.”

Ömer Seyfettin, okunmama gerekçesi olarak Serhan Bolluk’un açıklamasına benzer bir açıklamayı sağlığında okusaydı üzülürdü herhalde. Değerli öykücümüz yakın arkadaşı Ziya Gökalp ile “yeni lisan” hareketini başlatan birkaç yazardan biridir. Ziya Gökalp’ın yukarıdaki satırlarına o da imzasını atardı, kuşkunuz olmasın. Batı klasiklerini okumadan özellikle o dönem yazarlarını doğru anlamamız olası değildir. Örneğin Maupassant’ı bilmeden, ondan çok etkilenen Ömer Seyfettin’i, Alphons Daude’yi bilmeden Samipaşazade Sezai’yi, Stendhal’i, Flaubert’i bilmeden Halit Ziya’yı tam bilemezsiniz. Kaldı ki Namık Kemal, Ömer Seyfettin belki de sanat güçlerinin üstünde bir ilgi gördüler, özellikle de çevirilerin yapıldığı yıllarda. “Bıktım şu Kaşağı’dan” diyen öğrencilerle çok karşılaştım. Bu yazarlar önemsizleştirilmek şöyle dursun, gençlere, çocuklara nerdeyse dayatıldı.