Batı’nın ayakları altında ona destek olacağımıza Asya ile birlikte koşalım

Saša Uhlová, Çek bir gazeteci. “Avrupa'nın zengin Batısını kim ayakta tutuyor? Doğusundan gelen düşük maaşlı, görünmez göçmenler” başlıklı bir küçük dizi hazırlamış.

AB kapısına bağlanmamız hep tartışıldı.

Siyaseten hep karşı çıktık.

Onlar da kaç kez yüzümüze karşı söylediler, kitaplarında yazdılar.

Almayacaklar!!

Ama bizi kapıda bağlı tutacaklar. İstedikleri zaman ipi kısaltacaklar, isterlerse uzaklaştıracaklar. Amaç o ip ve kapı zaten.

AB normları… AB normları… hikâye… bahane…kuşun ağzında sanki… ama bizim için…
Yıllar önce Yunanistan’a gittiğimde, ilk AB’ye girdiği zamanlardı. Gittiğim bir toplantıdan arda kalan zamanda sokaklarda dolaştım, dükkânlara girdim çıktım, insanlarla konuştum.

Dönünce geldim yazdım.

Aman yatıp kalkıp şükredin, iyi ki bizi AB’ye almıyorlar.

Biliyorduk. Ama gözlerimizle gördük, kulaklarımızla dinledik.

Bugün de görüyoruz. Türkiye kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. Yunanistan’ın hali malum.

Onun bunun isteklerini yerine getirmek zorunda kalan bir ülke haline düştü.

ZENGİN BATI’YI KİM AYAKTA TUTUYOR

Saša Uhlová da Çek gazeteci. 18 Eylül 2024 tarihli Guardian gazetesinde yayımlanan mini dizisini okudum.

“Avrupa'nın zengin Batısını kim ayakta tutuyor? Doğusundan gelen düşük maaşlı, görünmez göçmenler - ve ben onları bulmak için gizli göreve gittim”

AB’ye girmişler mi… girmişler… Ama onlar Doğu’da.

Uhlová, “Batılı işçilerin uzak durduğu işlerden üçünü üstlendim. Mini dizimiz, başka seçeneği olmayanların gizli hayatlarını gözler önüne seriyor diye başlamış yazısına”

Zengin Batı’nın üç ülkesine gitmiş. Hani o malum “normlarına” uymadığımız için bizi ünlü “Birliklerine” almayan üç ülke

Çek bir kadın olarak düşük vasıflı işler bulmak zor değildi, diyor: Almanya'da bir meyve ve sebze çiftliğinde, İrlanda'da bir otelde temizlikçi olarak ve Fransa'da sosyal bakım sektöründe çalışmış. İngiltere’de iş aramak için birkaç hafta harcamış ancak Brexit, izni olmayan AB vatandaşlarının yasal olarak çalışmasını zorlaştırmış.

- Almanya'da bir tarım işçisi olarak yazdığı yazının başlığı: “Ellerim uyuştu. Kimse vardiyanın ne zaman biteceğini bilmiyor”

- İrlanda: “Ağır yatağı kaldırırken öfke ve yorgunluk gözyaşları döküyorum”

- Fransa: “Tek başıma baş etmek zorundayım ve hiçbir eğitim almıyorum”

GÖÇ İSTATİSTİKLERİNDE ADLARI ANILMAYANLAR

Göç istatistiklerinin adlarını bile anmadığı düşük ücretli ve fiziksel olarak zorlayıcı işlerde çalışmak için kendi ülkelerini ve sevdiklerini terk eden insanlarla birlikte çalışmış. Avrupa’nın bir demir perdeyle değil ama bir ücret perdesi ile bölünmüş olduğunu söylüyor. O perdeyi kaldırıyor Çek gazeteci..

Ben size Almanya’daki yaşamından yerimin yettiğince sizlere aktaracağım. Varın gerisini siz gözünüzün önüne getirin.

AB LAFINI AĞZINIZA ALIRKEN DİKKAT

Ama ağzınıza AB lafını alırken ne yaparsınız bilmiyorum.

Dış politikada ne yapacağımıza aman diyeyim birlikte karar verelim. Öyle bir hükümetimiz olsun.

Göçmen işçiler sorununu nasıl çözeceğimizi de biliyorsunuz hep söyleyip yazıp çiziyoruz…o da ona bağlı. Türkiye’nin bu alandaki kararları da bu açıdan da önemli.

Batı’nın ayakları altında ona destek olacağımıza Asya ile birlikte koşalım!

Bu kadar basit.

Yaparız!

Buyurun dinleyin:

“Temiz bir yatakta yatıyorum. Odada iki tane üçlü ranza var; altı yatak. Uyumaya çalışıyorum ama oldukça sıcak ve başımın yanındaki duvarda, kimsenin izlemediği ama muhtemelen hiç kapatılmayan, Lehçe konuşan büyük bir televizyon var.”

Uzun bir tren yolculuğundan sonra çiftliğe ulaşmış. Büyük bir ahırın çatısı altındaki yaşam alanında bir ay kalmış.

Bir çiftlikte çalışmayı özellikle istemiş. Almanya gıda sanayi, göçmen işgücü olmadan büyük olasılıkla çökerdi diyor. İlana başvurmuş.

Haftada yedi gün çalışacak, günde en az 10 saat iş garantisi, saat başına 6,20 Avro ücret Ajansa 200 Avro ücret, yatağı için bir defaya mahsus 105 Avro. Kendi yemeğini satın alıp pişirecek. Ayrıca bot ve lastik eldiven getirmesi söylenmiş.

Geldiği sabahın ertesinde, 60'lı yaşlarındaki oda arkadaşı Danka onu yaklaşık 30 kadının çalıştığı büyük bir paketleme kulübesine götürüyor. Bantların başında makinelerde sarılacak salata sebzelerini ayırıyorlar.

Soyulmuş soğanları, plastik torbalara bölme görevi ona verilmiş. Sonra kırmızı soğanları soyup 3x3 cm'lik parçalara kesmesi gerekiyor. Birbiri ardına farklı kadınlarla çalışıyor ve hepsi çok iyi. Hatta biri ona sadece soğanları soymasını ve kesmeyi kendisinin yapacağını söylemiş. Öğle tatiline kadar uzun süre aynı yerde durmak yoruyor. Tuvalete gitmek bile utanç verici geliyormuş çünkü bunu çok sık yapmamaları gerektiği açıkça belirtilmiş.

Soğan, biber, domates, kök sebzeler, balkabağı, beyaz lahana ve salatalıkları doğrayıp soyuyorlar. Bilekleri ağrımaya başlıyor ve lahana yığınları hiç bitmiyor gibi görünüyor.

İlk gün, vardiya akşam 6'da bitiyor. Birlikte çalıştıkları kocası tarafından terkedilmiş iki çocuk annesi Polonyalı Sabina’yla, ihtiyacı olan birkaç şeyi almak için 3 km yürüyerek bir markete gidiyorlar.

ALMAN YASALARI VE GERÇEKLER

Üçüncü gün iki ayrı sözleşme önüne konuyor. Biri ünlü Alman iş yasalarına uygun. Resmi olanı imzalıyor.

Ötekisinde gerçek çalışma saatlerini yazıyor.

Günde en fazla 10 saat, haftada altı gün çalışma.

Vardiyanın ne zaman biteceğini kimse söylemiyor. Pazar öğleden sonra izin alıp alamayacağımızı sorunca da kadınlardan biri, "Lütfen anlayın," diye yanıtlamış, "çalışma saatleri yok, Pazartesi'den Cuma'ya kadar yok. Burada size sadece işe gitmenizi söylüyorlar ve ne zaman biteceğini asla bilemezsiniz."

14 SAAT AYAKTA

Ağrıyan başparmağı çok acıyor, elleri tamamen uyuşmuş, bileği acıyor. Ağrı, büyük, sert sebzeleri olabildiğince hızlı doğramaktan, sebzelerle dolu ağır kasaları taşımaktan ve ellerimin sürekli ıslak olmasından kaynaklanıyor.

Sadece iş, fiziksel olarak zorlayıcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda günde 14 saat ayaktasınız. Sonra en az bir veya iki saat temizlik ve yemek pişirme ve ardından yatmadan önce daha fazla temizlik var. Bir banyoyu paylaşıyorlar. Sabah ve akşam dolu. İş kıyafetleri soğandan zaten kokuyor ama sadece bir çamaşır makinesi var, bu yüzden makine boşaldığında geceye kadar beklemesi gerekecek. Ama uyumayı tercih ediyor.

Birkaç genç ve onun gibi 40'lı yaşlarda birkaç kadın var, ancak çoğu 50'li yaşlarda.

MÜFETTİŞ GELİYOR AMA GÖRMÜYOR

Pazar sabahı müfettişler geliyor. Rutini açık: “Müfettişler bize günde kaç saat çalıştığımızı sorduğunda, dokuz veya 10 demeliyiz ve en önemlisi, iki molamız olmalı.” Mutfak teftişte güzel görünsün diye yeni bir masa örtüsü satın alınıyor, herkes 3 avro ödemek zorunda.

Sanki hiç stres yokmuş gibi çalışmaları söyleniyor. Bu yüzden yavaş çalışıyorlar. İki müfettiş sabah 10 civarında geliyor, sanki orada değilmişler gibi yanlarından geçip gidiyorlar. Saat 11.50'de bitiriyorlar, altı saattir aralıksız, yiyecek, su veya sigara olmadan çalışmışlar.

Çoğu o süre boyunca tuvalete gitmemiş çünkü onu da yapmamaları gerekiyormuş.

Neredeyse herkes içki içiyormuş. Yalnızlıktan ve ayrıca yapacak başka bir şey olmadığından.

“En azından daha fazla kazanacağız” diyorlarmış.

AB KURALLARI VE GÖÇMEN İŞÇİLER

Yönetim ertesi hafta süpermarketlerde salatalarda indirim olduğunu söylüyor, bu yüzden karanlık çökmeden önce mümkün olduğunca çok toplamak için dışarıda tarlada, çok çalışmaları gerekiyor. Söylentiye göre akşam tarladan döndüklerinde onları da paketleme salonunda çalışmaya gönderecekler.

Yanında çalışan Ewelina, karanlık çöktükten sonra paketleme salonuna gitmemizi isterlerse bunu reddetmeleri gerektiğini söylüyor. Ancak, hepsi reddetmeli. "Birlik olmamız çok önemli" diyor Ewelina.

Vardiyanın on iki saati dolduğunda, patronlardan biri traktör ışıklarını yakıyor ve hepsi çok yorgun olmasına karşın spot ışıklarının altında çalışmaya devam ediyor. Yaralı, şiş ellerle salataları toplamaya, kasalara koymaya ve kamyona atmaya devam ediyorlar. Bazıları artık yapamayacağını söylese de hepsi çalışmaya devam ediyor.

ORGANİK HİKÂYESİNİN ARDINDA YATANLAR

Bir ay sonra Saša Uhlová çiftlikten ayrılıyor. 1.500 Avro nakit ödeme almış.

Giderken, çiftlikten gelen sebzelerin, salataların ve brokolinin halka satıldığı dükkâna bakıyor. Dükkân organik bir cennet gibi görünüyor; güzel ve rustik ve de güzel kokuyor.

Sebzelerin üzerinde nereden geldiklerini belirten bir etiket var. Genellikle etikette Almanya yazıyor. Ancak ürünlerin gerçekten çiftlikte yetiştirildiği izlenimi veriliyor. Oysa salatalar ve brokoli hariç her şey toptan getiriliyor, sadece çürümüş sebzeler ayrıştırılıp iyice yıkanıyor.

Büyük pahalı arabalarla alışverişe gelen Almanlar, orada çalışanlardan birini gördüklerinde genellikle bakışlarını kaçırıyorlar.