Batı’nın çöküşünü doğru okumak
19. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan ekonomik kriz hızla toplumsal krize dönüşmüştü. Son devrimci barutunu Paris barikatlarında tüketen Avrupa’nın ilerici kuvvetleri, bu krizin karşısında duracak güçten yoksundu.
1871’de sanatın politik ve ahlaki öncülüğünde son kez rol alan sanatçılar, bu karamsar iklimde sadece siyasi angajmanlardan değil hayatın çıplak gerçekliğinden de kopmaya başlamıştı. Dekadans (Çöküş) denilen bu dönemde modern sanat, burjuva toplumuyla birlikte kendi çöküşünü de ilan etmekteydi.
Dekadans dönemiyle birlikte 1. Dünya Savaşı sonrası gerçek kimliğini bulacak 20. yüzyıl modern sanatının temel karakteristik özellikleri kendisini gösterir.
YOLUNU KAYBETMİŞ BURJUVA
İlk olarak Jean Moréas’in kaleme aldığı Sembolist Manifesto 1886 tarihinde yayımlanır. Bu nokta önemlidir çünkü Sembolizm ile birlikte tüm modern sanat akımları manifestolarla sanatsal duruşlarını duyuracaktır.
Sembolizm akımının karakterini iki şair ortaya koymuştur. Verlaine’in L’art poétique (1874) ve Mallarmé’nin Un coup de dés (Bir El Zar-1897) şiirlerini, Mallarmé’nin etkisinde yetişen Oscar Wilde’in Dorian Gray’in Portresi romanına yazdığı sunu takip etmiştir.
Modern sanat akımlarının en temel özelliği olan, sözcüklerin anlamlarından koparılması sembolizmle birlikte başlamıştı. Böylelikle sanatın doğayla ve gerçeklikle, onların temsili ve taklidiyle ilişkisinin koparılması gerçekleşmiştir.
Sözcüklerin anlamlarından koparılması kuşkusuz hayattan kopan sanatçının öznel gerçekliğini yansıtmaktaydı. Bu sanatçılara göre artık hayatın bütünselliği yok olmuş, gerçeklik tanımlanamayacak ölçüde paramparça olmuştur. Öyleyse çağına tanıklık eden bu sanatçılar, hayatın bütünlüklü anlamdan yoksunluğunu yani anlamsızlığını dile getirmeliydi.
Bu dönemin sanat anlayışını derinden etkileyen Nietzsche’nin sözleri Dekadans’in özünü verir:
"Edebiyatta çöküş (dekadans) neyle belirginleşir? Yaşamın artık bir bütün olmamasıyla. Sözcükler ağırlık kazanıyor... Her yerde kötümserlik, sıkıntı, duygusuzlaşma... karmaşa... Bütün artık hiç yaşamıyor, parçalara ayrıldı, yapay bir şey artık."
Köklerini kaybetmiş Dekadans döneminin sanatçılarına karşı en önemli eleştiriyi Alman yazar Thomas Mann yapmıştı. Mann, modern sanatın yıkmayı amaçladığı klasik sanatın mirasını ilk eserlerinden başlayarak savunmuştu.
Tonio Kröger eserinde Mann, toplumsal köklerinden kopmuş, hayatta ve sanatta amacını kaybetmiş bir sanatçının açmazlarını betimler. Mann, bu karakteri için "yolunu kaybetmiş burjuva" ifadesini kullanır. Toplum karşıtı, burjuvaziden nefret eden bu sanatçıların tüm radikalliklerine rağmen özünde küçük burjuvaziyi temsil ettiğini dile getirir Mann.
Sanatın özerkliği bağlamında kendisini burjuva toplumu ilişkilerinden bağımsızlaşmış olarak gören sanatçıların gerçek kimliğini Balzac ve Marx’tan sonra Mann göstermiştir.
İLKELİĞİN ŞİDDETİ
Yönünü kaybetmiş bu sanatçılar, sanatta yeni anlatım dili yaratmaya, yeni yöntemler keşfetmeye çalıştılar. Batı toplumunun maddeci değerleri, sahte ve ikiyüzlü çekiciliğiyle bozulmamış, insanlığın ilkel ve saf enerjisinden beslenecek bir kaynak arayışı, Afrika’nın ‘ilkel’ sanatında keşfedildi.
Afrika sanatının Batılı avangard sanatçılar üzerinde yarattığı etki kışkırtıcıydı. Klasik sanatta izleyiciye bir çeşit zevk vererek öğretme, insanların ruhlarını yüceltme isteğinin yerini; izleyiciyi sarsma, şaşırtma, heyecan yaratma, izleyicinin kendisini ve baktığı eserin sanatsal temellerini sorgulatmaya yönlendirmeye bırakmıştı.
Bir anlamda Cézanne’in Yıkananlar (1898-1905) eseriyle edebi öğelerin en aza indirgenerek tarihsel resimlerden kaçmayla başlayan süreç, Gauguin eserleriyle en ilkelci (primitivist) noktaya taşınmıştı. Batı sanatını reddettiğini savunan Gaugin, klasik sanatın temelindeki ‘sağduyuya’ saldırıyordu. Ayni sekilde Picasso, vahşice resmettiği Avignon’lu Kızlar (1907) eserinde hayat kadınlarını resmettiğinde Kutsal Meryem imgesi resimden geri dönmemek üzere kovulmuştu.
Modern sanatçının burjuva toplumunun siyasi angajmanlarından kaçmak isterken, emperyalizmin savaş siyasetini nasıl estetikleştirerek meşrulaştırdığını gözlemlemekse çarpıcıdır.
Klasik sanatın ‘ahlaki’ ve estetik köklerinden koparak yeni yollar arayan modern sanat akımları içinde Fütürizm, siyasetle doğrudan ilişkili olmasıyla belki de en çok sivrilen akım oldu. İtalyan şair ve oyun yazarı Marinetti’nin 20 Şubat 1909 tarihinde Le Figaro gazetesinde yayımlanan yazısıyla Fütürizm dünyaya tanıtıldı.
Marinetti lirik bir üslupla sanayileşmeyi ve makinelerin zaferini kutsarken, hızı ve saldırganlığı överek yayılmacı milliyetçiliği ve savaşı da yüceltmişti. Savaşla birlikte Batı’nın üzerindeki ölü toprağını atacağına, böylece Batı uygarlığının kendisini yenileceğine inanan Marinetti’nin bu fikirleri, tuhaf görünse de o dönem çoğunluk tarafından paylaşılmaktaydı. Ne var ki uzayan savaş, yaşanan acılar beklenen yenilenmeyi, canlanmayı getirmediği gibi çok daha ağır toplumsal yıkımlara neden oldu.
Fütürizmin savaşın şiddetini kutsayan estetik anlayışı, Ekspresyonizm akımı tarafından belli ölçüde devam ettirilecekti. Lukàcs, Ekspresyonistlerin söylemleri ve biçimsel yapılarında, faşizmle uyum sağlayacak bir form yarattıklarını söyler: "Yaratıcı üslupları, heyecan uyandırıcı, retoriğe dayalı, boş bir manifesto... faşizmin demagojisine hizmet edebilmiştir."
Çarpıcı olan Goebbels’in 1933’te "Ekspresyonizm sağlam bazı fikirlerin nüvelerini taşıyordu, çünkü çağın tamamında ekspresyonistvari bir şeyler vardı" derken bambaşka noktadan bu iddiayı doğrulamasıydı.
ÇÖKÜŞÜN ALTINDA KALMAMAK
Geçen yüzyılın başlarında dünyanın dört bir yanından yükselen modern sanatın isyanının ortak noktası, burjuva toplumunun geldiği noktanın güçlü biçimde yadsınması ve maneviyat açlığıydı.
Yüzyıl sonra, belki çok daha derin ve yıkıcı toplumsal çöküşle karşı karşıya gelen Batı uygarlığının kendiliğinden çözülerek yerini daha ahlaki politik ve estetik ilkelere bırakacağını düşünmek büyük yanılgı olur.
Bugün Batı’nın çürümesine dünyanın dört bir yanından meydan okuyanların, küreselleşmeyi ve postmodernizmi Batı’ya karşı kullanabileceklerini düşünmeleri ölümcül bir hata olacaktır.
Burjuva kurumlarının, radikal kültürü soğurma kapasitesi hafife alınmamalıdır. En yıkıcı, köktenci, uzlaşmaz sanat akımlarının ve siyasi ideolojilerin bu kurumlar tarafından nasıl ‘ehlîleştirildiğine’ tanıklık edildi.
Batı’nın liberal değerleriyle birlikte dünyada ve bölgemizde dini referanslı fikirlerin parçalanmasına rağmen sosyalist hareketler hâlâ görece zayıf konumdadır.
Yeni uygarlığın eşiğinde toplumun hangi politik ve kültürel temeller üzerinde yükseleceğine, toplumların manevi arayışına cevap verilmezse, çöküşün yarattığı nihilizm dünyadaki tüm devrimci kuvvetlerin enerjisini soğuracaktır, tıpkı geçen yüzyılda olduğu gibi.
Her şeyi parçalayıp ufalayan kimlik siyasetlerine karşı, dünyada yükselen öfke dalgalarını enginlere ulaştıracak bütünlük anlayışını kaybetmeyen radikal politik ve estetik bakış, insanlığın ilerleyeceği yolları yaratabilir.