Baudelaire ile Gezmek

İki yüz yaşına basacak, az kaldı. Kim mi? Hani anasız, kardeşsiz adam; dost, yurt, güzellik, para; hiçbiri diyen, sadece bulutları seven. Ürperti diye tanımlar Hugo şiirlerini... Cahit Sıtkı ile Necip Fazıl’ı en çok etkileyen. Neredeyse iki yüz yaşına basacak koca yabancı, deli usta. Bizde genelde şarapla, şiirle, erdemle sarhoş olun dizesiyle geçilir. İçkisi, sarhoşluğu yanında hayata çektiği çizgi konuşulmaz pek. Orhan Veli sanki sadece rakı şişesinde balık olsam, demiş gibi, Baudelaire de sadece belirli birkaç şeyle anılıp zamana emanet edilir.

Sartre, onun adına yazdığı kitapta şöyle tanımlar şairi: “Kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam. Gurur, sıkıntı, baş dönmesi: Kendini ta kalbinin derinliklerine dek gören, kimseyle kıyaslanmaz, kimsenin iletişim kuramayacağı, yaratılmamış, saçma, yararsız, tam bir yalnızlık içine bırakılmış, kendi yükünü tek başına taşıyan, tek başına varoluşunu doğrulamaya mahkum edilmiş ve durmadan kendi ellerinden kaçan, kendi avuçları arasından kayan, kendi içine dönüp gözleyen ama bir yandan da kendi dışında sonsuz bir kovalamacaya atılmış, dipsiz, duvarsız ve karanlıksız bir uçurum, öngörülemeyen ve de pek iyi bilinen, apaydınlıktaki gizem.”

Büyük yalnız. 1857 tarihli Kötülük Çiçekleri’ndeki (aynı sıralar basılmış Madame Bovary’nin yazarı, başka bir lanetli Flaubert’in çağdaşı) Düşman şiirinde, “Ô douleur, ô douleur! Le temps mange la vie” der: “Ey acı, ey acı! Zaman hayatı yiyor.” Acı kelimesinin Frenk dilinde “o dolör” sesiyle verilişindeki acı... Fransızlar şükretmeli bu nefis ses; içindeki kedere, neme bak.

Modernizmi yaşamak için kahraman olmak gerekir, diyen Walter Benjamin’i düşünürsek anlarız Kötülük Çiçekleri’nin kimler olduğunu; İlyada nasıl Akhilleus’u anlatırsa bu kitap da modern çağın karanlıklarında kaybolanları söyler: Kahraman değişmiştir. Artık Musa, İsa, Zeus yoktur; Akhilleus gibi yarı tanrılar gitmiş, epik bitmiştir. Bundan gayrı paçavracı vardır, yosma, kapatma, lezbiyen, haydut, komplocu, kumarbaz, sihirbaz, hokkabaz, dilenci... Kenar mahalleler, varoşlar, yeraltı berduşları, avareler, aylaklar, çapulcular... Kimsesi yok demiştim Baudelaire’in, işte bu insanlarla yakınlaşır durur hep. Bu insanlar da ona yaşadığı zamanı geri verirler. Kendini ve sanatını onlarda bulur. Destanında yalnız onlar vardır.

Yalnızlığını kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez, diyen; efendisi yalnızlığın. Küçük İskender nasıl ki Beyoğlu’dur, Baudelaire de Paris’tir biraz. Zaten Kötülük Çiçekleri’nden on iki yıl sonra da Paris Sıkıntısı çıkıp gelecektir. Modernliğin kurucusu saysak yeridir şairi… Bir adım gerisinde de büyük Balzac durur. Onun Paris Hayatından Sahneler serisinin Altın Gözlü Kız’ında da aynı yeni zaman karanlıkları baş gösterir.

Bir yalnız dedik, hatta “flaneur”. Baudelaire’i en iyi bu kelime tanımlar: Flaneur, dolaşan. Turist değil ama dikkat. Turist bilmediği yerde gezip yoğunlaşır. Flaneur, elinin altındaki bildik şehir haritasında kendince yeni derinlikler arar. Şehrin caddelerinde bir yere varmayı hedeflemeden gezinir. Asıl isteği sokakları sokaklara ekleyip şehrin girdabında kaybolmaktır. Şehirli kavramdır flaneur, Paris değilse bile büyük şehri düşündürür. Tabii bizim şehirlerimiz bu bağlama yeterince uyar mı bilmem. Çünkü her an yeni sürpriz gerekir, her an tılsım; köşebaşları, silinip gitmiş müzeler, gizlenmiş kafeler, baktıkça derinleşen mekân... Mekân ve estetik haz!

Destanların eski kahramanıyla yeni kahraman flaneur’ün farkı şudur: O eski adam, bir yerden bir yere bedel ödeyerek, sonunda ödülünü alarak gider. Bizimkiyse hep bir noktanın çevresinde döngüsel yolculuklara çıkar. Çıkarı, amacı yoktur. Tek arzusu yürümek ve etrafında gördüklerini anlamlandırmaktır. Şaire bu tanımı yakıştıran, büyük eseri Pasajlar’ı biraz da şairimiz için yazmış gibi görünen Benjamin şöyle der: “Baudelaire yalnızlığı severdi ama istediği, kalabalığın ortasında yalnız kalmaktı.”

Flaneur’ler, kendini sadece evin dışında evde hissedenler, sokakla diğerlerine göre daha çok ilgilidir. Zamanında Paris pasajlarında, dükkânların vitrinlerinde kendi akislerini görmek için çıktıkları yürüyüşler daha yavaş ve oturaklı olsun diye yanlarında kaplumbağa gezdirirlermiş. Trieste’de Joyce ya da efsane kitap Gecenin Sonuna Yolculuk’un kahramanı Bardamu ve hatta kitabın yazarı Celine de flaneur. Gerçek bir flaneur daha bak: Rimbaud!

Flaneur’ün aylaklıkla kazandığı çalışarak kazanacağından değerlidir, der Baudelaire. Tembellik hakkını kullanandır o. Marx’ın damadı (ne çok damat var) Lafaurge’un tembellik hakkı tanımını bilerek seçtim. Damadın Baudelaire için bir sözü var ki modernliğe atıfta bulunur: “Çirkin olana karşı her zaman naziktir Baudelaire!” Bu modernliği bize dayatılan 150 yıllık hikâyeyle karıştırma, ona ayrı değineceğim.

Bizim de flaneur’ümüz var. Avrupa Seyahatnamesi’nin yazarı Mustafa Sait Bey mesela. Sait Faik var. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı keza... Şeyh Galip, Hüsn’ü Aşk’ta şöyle der: “Mecnûn gibi her yeri gezerler / Ammâ katı serserî gezerler.” Yani her yeri Mecnûn gibi ama serserice gezerler. Bu yolda olma hali Veysel’in de uzun ince yoludur. Baudelaire, zamanın hayatı yediğini anlatırken Veysel’de zamanın iki kapılı hanına ulaşır şiirden, gider gündüz gece. Çağımızın flaneur’ü film izleyicisidir, izlerken gezen tuhaf kahraman. Müzeler peki? Süpermarketleri de bu çağın müzelerinden say... Yoksul modern nasıl izlerse ışıltılı pasajları öyle... Selam sana yoksulluğun kahramanı, selam böylece!