Bedreddin’in güneşi parlamıyor
Anadolu topraklarının yarattığı en önemli tarihsel karakterlerden biri olan Şeyh Bedreddin (1359-1420), zihnimizde ve gönlümüzde öncelikle Nâzım Hikmet’in ünlü destanı, Abdülbaki Gökpınarlı’nın, İsmet Zeki Eyüboğlu’nun, Radi Fiş’in kitapları, Ruhi Su ve Ahmet Kaya’nın türküleri, Rasin’in tablosu, Tuncel Kurtiz’in sahne oyunu gibi eserlerle bir anlam ve biçim kazanmış durumda. 15. yüzyılda karmaşa içindeki Osmanlı’ya karşı, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi savaşçı müritlerinin, binlerce dervişin, ezilen yoksul köylülerin, Karaburunlu Rum balıkçıların önderi olarak isyan eden Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’in mücadelesini Doğan Avcıoğlu da “Osmanlı’nın Düzeni” kitabında “Feodalizm karşıtı sosyal eşitlikçi ayaklanma” başlığı altında incelemişti bilindiği üzere.
Hayli geniş yelpaze oluşturan Şeyh Bedreddin külliyatına şimdi ilk kez bir sinema filmi, yönetmenliğini Hakan Alak’ın yaptığı “Hakikat: Şeyh Bedreddin” de ekleniyor. Filmografisinde “Cehennemde 3 Gün” (2004), “Hile Yolu” (2012) gibi çalışmalar bulunan Alak, Bedreddin’in yaşamının son dört yılına odaklanarak ve ön plana Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’i çıkartarak, düşünsel yanı ağır basan bir beyazperde destanı çıkarmaya çalışmışsa da bu amaca ulaşıldığını söylemek zor. Şeyh Bedreddin’in ilk sinema yolculuğu, özellikle senaryo zaaflarından kaynaklanan nedenlerden ötürü yetersiz bir çaba olmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki.
TEMPOSUZLUK VE
COŞKUSUZLUK
“Yârin yanağından gayri her şeyin ortak olduğu” bir tür ilkel komünizm anlayışı geliştiren, “Tekfur ile Bey bize karşı birlik oldu. Bize yeni bir nizam lazım” diyen Bedreddin’in öyküsü, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra Osmanlı’nın içine girdiği düzensizlik-fetret dönemindeki şehzade savaşları sonrasında, 1416 yılında Karaburun’da başlatılıyor. Film, 1909’da Edirne’de geçen bir anlatı sürecine paralel biçimde iki zaman kesiti arasında gidip geliyor ve ilk sahnelerden sonra Şeyh Bedreddin hakkında “temel” değil, “çok geniş” bilgisi olmayan seyirci için içinden çıkılamaz bir hale bürünüyor.
Oyunculukların, görüntü ve müzik çalışmasının, kostüm, makyaj ve çevre tasarımının başarısının ötesinde, senaryo ve kurgunun grafiği sürekli aşağı çektiği, kimin kim olduğunun yeterince anlaşılamadığı, karmaşık bir öykü var karşımızda. Bu karmaşada “hakikat”, “eşitlik”, “hak”, “zulüm”, “saray” vs. kavramlar kulağımıza çalınıyor ama bütünsellik kazandıklarını, görsel açıdan desteklendiklerini söylemek mümkün değil. Böylesi derinlikli bir tarihi gerçeklikten, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi ağırlıklı karakterlerden hareket edip bu denli temposuz ve coşkusuz bir filme varmak, gerçekten şaşırtıcı.
ŞEYH SAİT’İN KOLTUĞU
Filmde Osmanlı’nın feodal şiddetinin özetlenerek hissettirildiği sahneler belli bir estetik düzey taşımakla birlikte sürecin bir huninin daralan ağzına doğru aktığı son savaş ve yenilgi sekansı, yaratılan beklentinin çok uzağında kalıyor. Binlerce figüranın kullanılamadığı koşullarda ucuz bilgisayar efektlerine başvurmamak, anlaşılabilir bir tercih olabilir elbette... Yine de öykünün akışı açısından daha güçlü ve ayrıntılı bir finali, “Güneş de batarken sararır!” yankısının görsel karşılığını bekleyen seyirci umduğunu bulamıyor açık söylemek gerekirse. Belirttiğim gibi Hakan Alak, Şeyh Bedreddin’i geride tutup iki savaşçı karakter olan Börklüce ile Torlak’ın öne sürmüş, yani aksiyona ağırlık vermeye niyetlenmiş ama filmde aksiyon yok.
İki hafta önce 63 salonda gösterime giren ve gişede pek parlak sonuç elde edemeyen, yeterince tartışılmayıp yankı yaratmayan filmin beyazperde dışındaki “sunumuna” dair de bir not düşmek gerekirse; galada Selahattin Demirtaş’ın adının yazılı olduğu boş bir koltuk bırakmak nasıl bir reklam tekniğidir bilemiyorum ama Şeyh Bedreddin’in ruhunun Şeyh Sait’inkine sığdırılamayacağını, birbirlerinin koltuğuna oturtulamayacaklarını gayet net biliyorum.
Kısacası, Bedreddin’in güneşinin parlamadığı bir film “Hakikat…”