Belge yoksa, tarih de yok demektir
Gerçeğinden çok söylentisinin öne geçtiği toplumlarda tarih yazımının bilimsel normlara uygun olarak yazılıp benimsenmesi pek mümkün değildir. Çoğunlukla yazılı kültüre sancılı geçiş yapan toplumlarda, tarih ile söylentiyi, mitoloji ile gerçekleri ayırt etmek sanıldığı denli kolay değildir. Genellikle bu tür toplum yapısında gözlenenler, yazılandan daha çok, gerçeği ıskalayarak, söylentilerin önem kazandığı bir özellik gösterir. Eskilerin deyimiyle her zaman söylentiler gerçeğinden daha çok kabul görmüş, sorgulanma ve kuşkulanma gibi bir engele takılmadan toplumların belleklerinde değişmez bir mirasın armağanı olarak değer görmüştür.
Oysaki belge yoksa, tarih de yoktur. Ama bizim gibi her daim geçmişinden söz edip de tarihi ıskalayan, hatta işine geldiğinde onu yok sayıp, yerine, söylentileri yücelten toplumlarda her zaman söylentiler, bilimsel yöntemlerle, belgelere dayandırılarak yazılmış tarih anlayışının üzerinde yükselmiş, inandırıcılık gücü tarihinkinden çok daha fazla olmuştur. Onun için, resmi tarihimizin sayfalarını gelişi güzel karıştırdığımızda bunun sayısız örneklerini görmemek pek şaşırtıcı sayılmaz.
Sinema tarihimizin yazımı da bu yanlış parametreler üzerine kurulmuştur. Belgelerden çok söylentilerin egemen olduğu bu sözde tarihin üzerine gidildiğinde, karşınıza çıkan her bir şey, amiyene bir deyimle elinizde kalır. Birisi bir söylentiye göre yazmış, bir diğeri onu sorgulamadan, hiçbir kaynağa inme gereksinimi duymadan aynen almış, derken ardından gelenler bu zincirleme yanlışı günümüze dek hiçbir kuşku duymadan sürdürmeye devam etmiştir. Üstelik bu yanlışı sürdürenlerin başında ise -ne yazıktır ki- adlarının başında prof denenler bulunmaktadır. Bu kişilerin kitaplarına bakıldığında bu tür, ilk kaynağına, belgesine inilmeden yalnızca bir öncekinden sorgulanmadan yapılan nice yanlışların adeta bir antolojisini görürüz.
Bu tür yanlışların kuşaktan kuşağa sürdürülmesinin kuşkusuz çeşitli nedenleri var. Sinemayla ilgili kaynakların az ve zor ulaşılır olduğu, bu tür kaynakları toplayan, derleyen, paylaşan kuruluşlarımızın olmaması, üniversitelerimizin bu tarakta hiç bez dokumaması, belirli bir misyona sahip sinema tarihçilerinin yetişmemesi, ve bu tür belgelerden yapılan kitapların hiç rağbet görmeyip, akademisyenlerin bile, ilk kaynaklardan değil de, söylentilerden dip notlarla yetinmesi vs.
Onun içindir ki biz bu günlerde sinemamızın 100. yılını kutluyoruz. Kimse; niye, neden, nasıl, niçin 100. yılı kutluyoruz demiyor, sorgulamıyor, birisi demiş (Acaba kim demiş? Doğru mu, yanlış mı? demeden) o birisine inanıyor ve kutluyor. Üstelik ortada birçok belge olduğu halde.
Sanırım bundan sonra doğrusunu öğreneceğiz. Çünkü Bilim ve Sanat Vakfı’nın bünyesinde TSA (Türk Sineması Araştırmaları) projesi yaşama geçti. Çok kısa sürede, oldukça düşük sayılabilecek bir kaynakla, bir takım genç adamlar “Türk sineması hafızasına kavuşuyor” sloganıyla çok önemli mesafeler katettiler. Yalnızca çok ama çok önemli belgeleri toplayıp tasnif etmediler, onları aynı zamanda yine çok kısa bir sürede paylaşıma sundular. Bugüne dek hiçbir kuruluşun yapamadığı, ya da belge-bilgi yerine alet-edavata yöneldiği bir dönemde, bu kuruluşun nankör ama uzun vadede sayısız yararlar sağlayacak sinemanın belleğini oluşturma çabasını kutlamak gerek. Sinemamızın yalnızca, Türk Sineması Araştırmaları merkezine değil, aynı zamanda bu merkezin beyinlerinden biri olan geleceğin sinema tarihçisi Barış Saydam’ı da kazandığını söyleyebiliriz.
İşte belgeler orda. Tarih yazma sırası şimdi sizde...