Belleklerdeki sinema ya da sinemaya gitmek

Sanıyorum 70’lı yılların ortalarıydı... Giovanni Scognamillo’nun yaklaşımıyla Gran Rue de Pera ya da Cadde-i Kebir’in iki yanına sıralanmış sinemalardan Rüya’nın (yoksa hemen yanı başındaki Lüküs müydü?) önünde bir adam durur, saatler boyu “film başlıyor... Film başlıyor...” diye bağırır, yoldan geçenleri o düş şatosunun loş salonlarına adeta davet ederdi. O yıllarda “o biçim” dediğimiz bu tür sinemaların seansları ve de merakla beklenen gelecek programlarıyla, biraz uzağındaki “pek yakında”ları yoktu. Yalnızca bugünkü programları vardı. Seanssız, suaresiz, süresiz ve de saatsizdi... Filmin neresinde girerseniz girin hiçbir şey yitirmez, kimi zaman sonundan başına, çoğu zaman da ortasından sonuna ve derken en başına doğru garip bir akışın içine girerdiniz.

CESARET İSTERDİ SİNEMAYA GİTMEK

O biçim dediğimiz bu sinemalarda türsüz, konusuz, kahramansız, kostümsüz ve de karaktersiz, yalnızca iyi ya da kötü “tiplerin” gezindiği (daha doğrusu gözüktüğü) alışılmamış bir türün, lümpen seyircisinin beklentilerine göre kurgulanmış, dünyada benzerine rastlanmamış ve bundan böyle de rastlanması pek mümkün olmayan (çünkü artık arama motorları var) bir örneğini izlerdiniz.

Onun için bu filmler hep başlar ama hiç bitmezdi... Devamlı matineler... Doldur boşalt seanslar... anlamsız -kimilerine göre çok anlamlı- birbirleriyle devamlılık ve tutarlılık taşımayan bir dizi görüntüler... siyah beyazken renkliye, renkliyken sepyaya dönüşen bir başka yabancı filmden ödünç alınmış hissini veren değil, doğrudan doğruya aşırılmış olduğunu gizlemeyen görüntüler... ve tüm bunları, suç işlermiş duygusu içinde telaşınızın üstünü örten bir afiş gibi utangaçlıkla izleyen bizler, birileri ya da kendinizi gizleyip bir başkalarına göndermeler yaptığınız ötekiler...

Bir zamanlar Beyoğlu’na gitmek sinemaya gitmekle eşdeğerliydi ama herkesin üstü başı özenliydi demek de külliyen yalan... Yine toprağı bol olsun Giovanni’nin deyişiyle, değil 70’li yıllarda, ekalliyetle levantenlerin mekânı konumundaki, 50’li ve 60’lı yıllarda bile pasajın derinliklerinde o eski -hadi kadim diyelim- ve büyüleyici Santral sinemasına gitmek, bitlenmekle neredeyse eşdeğerli, cesaret isteyen bir eylemdi.

Nostaljinin sularına açıldın mı, geri dönmek ne mümkün... Zamanın içinde yitip gidiveriyorsunuz. Zaten nostalji dediğiniz şey de, geçmişe duyulan özlemle, günümüzden kaçıp gitme isteğinin ağır bastığı anlar arasındaki zamanın bir çizgisi değil mi?

YETER Kİ DÜŞSÜN İZLERİ BEYAZPERDEYE

Sinemaya gitmeyi, yalnızca film izleme eylemi değil, gündelik yaşamımızın en anlamlı anlarının bir ritüeli olarak tanımlamak da olası. Gittiğimiz yalnızca düş şatolarının silik perdelerine yansıyan, her birimizin dünyasını değişim - dönüşüme uğratan görüntüler değil... Kimi zaman onlarla örtüşen, bir semt, bir sokak, ve de nice anıları meşin koltuklarının kıvrımları arasında yalnızca bizler için gizleyip saklayan, kişilikli, özellikli ve de ayrıcalıklı konumda olan sinema salonu denen mekânlar...

Hani mümkün olsa bir kentte ömür boyu yaşayan insanların tabanlarından iz bırakan renkler olsa, inanın bu renklerin en çok kesişip yoğun olduğu yerler hiç kuşku yok ki düş şatoları, yani sinema salonlarının önü olurdu. Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında yer alan “Belleklerdeki Sinema: Seyircinin Sergisi” etkinliklerini izlerken nedense bunlar aklıma geldi. İster ilerleyen bir yaşın kaçınılmaz duygusallığı, ister nostaljinin derin sularında gezinmek, isterseniz de sinemayı kendisine önceleri hobi, sonrasında meslek ve de yaşam biçimi kılmış bir kişinin saptamaları deyin, inanın hepsi ama hepsi kabulümdür... Yeter ki düşsün anımsanmaya değen izler beyazperdeye...