Ben sana mecburum içinde siyah olmayan geceler

Paris, hem sokakları aydınlanan ilk Avrupa kentlerindendi, hem de sanatın merkeziydi. 17. yüzyılda, suç oranını azaltmak için Paris sokakları gaz lambalarıyla daha çok aydınlatıldı. Böylece, geceleri suçlular polis tarafından görülebilecekti.19.yüzyılın sonunda, elektriğin hayatın içerisine girmesiyle birlikte, elektrikli lambalar çoğalmaya başladı. Böylece, karanlık kent mekanları ve sanatçı atölyeleri daha çok aydınlığa kavuştu. Bunun iki önemli sonucu vardır. Bunlardan birincisi, yeni kent geceleri plastiği. İkincisi, sanatçı atölyelerinin elektrikle aydınlatılmasının yapıtlara yansıması.

Hem gaz hem de elektrik ışıklarının çoğalması, şehrin temsillerinde önemli değişikliklere yol açtı. Ara sokakların aydınlanması, sadece suçluların görülebilirliğini sağlamadı, kente dair yanlışları da aydınlattı. Sanatçılar, bu yeni aydınlatılmış şehri şüphecilikleriyle resmettiler. Sonuçta; “gecenin renklerinin, ışık-gölgesinin ve biçimlerinin şahidi, ispatı yoktu.” 1880'lerde sosyal ve ekonomik etkinlikler gecenin gizemli ışıltısıyla cazibeli hale geldi. Gece gösterileri çoğaldı, Moulin Rouge gibi Paris’in ünlü kulüpleri aranan mekanlar oldu. Sanatçıların Paris mekanlarının bu yeni görme biçimine yönelmeleri gecikmedi. E.Degas, P.Bonnard, Lautrec gibi birçok sanatçı bu konuda eserler ürettiler. Örneğin; Lautrec müdavimi olduğu Moulin Rouge gecelerini kendine özgü ışığıyla yansıttı. Manet’in“Folies-Bergere’de bir bar” resminde, barmen kadının arkasındaki aynada parlayan lambalarla, yeni gece yaşamının ışıklılığı göz alıyordu. Parisli fotoğrafçı C.Marville, artık yeni kent mobilyası haline gelen sokak lambalarını takıntıyla fotoğraflarken, yeni bir tür olarak “sokak lambaları portreleri”ni yarattı. Van Gogh ise, ünlü “Cafe Terrace’ta Gece” resminde gecenin karanlığını renklendirmek için kafenin devasa sarı fenerinin ışığından cesaret almış olsa gerek. Sanatçı kız kardeşi Will’e bu resimle ilgili yazdığı mektupta; “Geceleri, bulunduğum yerin resmini yapmaktan inanılmaz keyif alıyorum” der ve devam eder, “İşte sana içinde hiç siyah olmayan ve yalnızca mavi, menekşe ve yeşil tonlarının hâkim olduğu bir gece resmi”. Van Gogh’un resminden aldığı keyfi anlıyorum, içinde siyaha mecbur olunan geceyi resmetmek ne kadar da zordur aslında.

Elektrikle aydınlatma; Paris gecelerinin rengini, derinliğini ve dokusunu değiştirdiği gibi, sanatçının atölyesinin ışığını da değişti. Elektrikli aydınlatma öncesi, atölyelerde meşale, kandil gibi yapay ışıkla aydınlatılan çalışma ortamları sanatçılara hep sıkıntı yaratmıştı. Böylece, atölyeler karanlık ortamından kurtularak, sanatçının betimlemelerine yeni bir görüntü kazandırdı.

Türkiye’de ise ilk olarak, elektrik fabrikası1888’de Haliç’teki Tersane bünyesinde açıldı ve 1892’de sadece Yıldız Sarayı’nda bazı daireler elektrikle aydınlatıldı. Aynı dönemde, Darüşşafaka atölyelerindeki öğrenciler, Abdullah Biraderler’in fotoğraflarına bakarak Yıldız Sarayı bahçelerinin direkli lambalarını resmettiler. O sıralarda, Darüşşafaka atölyelerinde olan Osman Nuri, Darüşşafakalı Hüseyin, Ahmet Ziya gibi ressamlar, sarayın bahçesini resimlerken direkli lambalar henüz elektrikliye geçmemiş olmalı. Üstelik, bütün bu resimlerin betimlenme zamanı gündüzdü. O dönem nadir de olsa gece resimleri yapıldı. Örneğin, İstanbul Resim Heykel Müzesi koleksiyonundaki 19. yüzyıla ait ve sanatçısı bilinmeyen “Kasımpaşa önündeki Türk donanması” resmi. Resmin koyu karanlık gece manzarasında zayıf ve soluk meşale ışıklarıyla sahil zar zor görülür. İstanbul’da ilk kez, 1914’te bazı semt sokakları elektrikle aydınlatılmaya başladı. Avni Lifij’in gece resimlerinden bazısı elektrikle aydınlanan İstanbul’la ilgili bize fikir verir. Ancak, Cumhuriyet öncesinde boğazın iki yakasının gece manzarası aynı ışıltıda parlamadı. Kadıköy ve Üsküdarlılar, geceleri sahilden karşı yakayı seyredip, pırıl pırıl parlayan Trakya yakasının ışıklarına imrenirlermiş. 1930’lu yıllarla birlikte İstanbul’un her iki yakasındaki eğlence merkezlerinin gece aydınlanmasıyla birlikte, ekonomik ve sosyal hayat da canlandı.

O döneminTürk ressamları, elektrikle aydınlanan hayat konusunu pek benimsemedi ve aydınlatmanın kentin gece plastiği üzerindeki etkisini Parisli ressamlar gibi yansıtmadılar. Bunun nedeni, elektriğin Osmanlı İmparatorluğu’nda geç yayılması veya yurt dışının ışıklı başkentlerinden dönen ressamların, İstanbul’un gecelerini tuvallerine yansıtamayacak kadar karanlık bulmaları olabilir mi? Halbuki, ne kadar da romantiktir elektrikli sokak lambaları Atilla İlhan’ın şiirindeki gibi:

Bu şehir o eski İstanbul mudur?

karanlıkta bulutlar parçalanıyor

sokak lambaları birden yanıyor

kaldırımlarda yağmur kokusu

ben sana mecburum sen yoksun.