Beyoğlu’nun orta yeri müze

Ne de olsa zaman değişti... Artık Beyoğlu’nun orta yeri sinema değil de müze... Garip bir paradoks... Önce sinema salonlarını yok ettik, ardından da sinema adına müzeler yapıyoruz... Her şey AVM’lerle başladı. Kentin alış-veriş merkezleri, her bir gereksinime karşılık veren AVM’ler yapılıp oraya yönelince, önce Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan firmalar teker teker değil, cümbür cemaat Cadde-i Kebir’i terk ettiler.... Ardından kültür-sanat mekanları bir bir kapanmaya başladı, sinemalar da bu mekanlara eşlik ettiler. Saray, Lüks, Venüs, Elhamra, Alkazar, Yeni Melek, Lale derken, Sinepop, Emek, Dünya, Fitaş, şimdilerde ise can çekişen Atlas... Her biri yok olup gittiler... Hani, Beyoğlu’nun orta yeri sinemaydı?

Çoğu Cumhuriyet’le yaşıt olan, yalnızca filmlerin gösterildiği, sıradan, bilinen mekanlar değil, onların da ötesinde her biri bir çeşit anı müzesi olan bu düş şatolarının ardından artık ağıt yakmanın da bir yararı yok... Zamanla birlikte eğlence odakları ve onlara gereksinim duyan kuşakların beğenileri de; değişim/dönüşüme uğrayarak, kendi doğrularını geçerli kılıp, gelenekselliğin içindeki her bir şeyi nostaljinin tavan arasında unutulan albümlerin içine tutsak kıldılar...

Nerede o ... diye başlayan her bir sözcük, yalnızca geçmişe duyulan, yakalanmamış, ıskalanmış, yaşarken değeri bilinmemiş, yitirilince ardından ağıt yakılan bir yaşam biçimini/zamanını değil, belki de bu bilinenlerin çok dışında kalan, anlatılması, tanımlanması da çoğunluk tarafından kabulü pek mümkün olmayan bir duyguyu içeriyor...

Evet...Garip bir paradoks...Bir yandan bir değeri tümden yok ederken, diğer yandan o değerin müzesini yapma gayreti ve sözüm ona yenliği içine giriyoruz....Tıpkı sinema alanında olduğu gibi... Yani, amiyane bir deyimle, düş şatolarını bir bir yıkıp, ya Emek sinemasında olduğu gibi göstermelik bir müze-salon oluşturuyor, ya da bu mekanlarda çoğu kez yanımızda gördüğümüz o perdedeki kişilerin balmumundan heykellerini bir müzenin içine tıkıveriyoruz... Ya da bir sinema müzesi varken, yetinmiyor, bir ikincisini belki de bir üçüncüsünü yapmaya soyunuveriyoruz...

Sanırım bu duruma da, nostaljiden kaçarken, nostaljiye yakalanmak denir...

Sakın müzelere karşı olduğumuz da anlaşılmasın...Her daim müzelerin çoğalmasından ve de çeşitlenmesinden yanayız... Yalnızca; müze gibi o güzelim, biblo gibi tarihi salonları yıkıp, yakıp, yok edip yerine AVM’ler diktikten sonra, şimdi de sanki alay eder gibi onlardan arda kalanlarla sinema müzeleri yapma yarışına girmemiz, biraz garip geliyor...

Bizim coğrafyamızda önemli olan, sinema salonunun olmadığı yerde sinema müzesi yapma becerisi geçerlidir. Önce yakıp-yıkacaksın, ardından da geçmişe duyulan özlemi değil de, bir çeşit değeri verme yarışı içine gireceksin. Elbette bu da bir çözüm yolu... Olan değeri yok edip, olmayanın müzesini yapmak...

İnanın garip paradoks; bu yalnızca müze yapım kapsamında ve de yarışında olsa inanın ona da söylenecek bir sözümüz yok....Sonuçta bu da gelip geçer diyeceğiz...Ama bizim korkumuz ve de itirazımız, bu içi boş müzeleri doldurma aşamasında... Dileriz ki birbiri ardınca el konulan arşivler, dağılıp -ya da dağıtılıp- buralara dek ulaşmasın, ulaştırılmasın...

İnanın...Korkumuz bu yüzden....