Beyoğlu’nun yitik yüzü - (TAMAMI)

GENİŞ AÇI

BURÇAK EVREN

Beyoğlu’nun yitik yüzü

Beyoğlu deyince akla hiç kuşku yok ki sinemalar gelir. Bir zamanlar Beyoğlu”na çıkmakla “sinemaya gitmek” neredeyse eşdeğerli bir sözcük sayılırdı. Çünkü sinema, yeni icat olarak ortaya çıktıktan sonra kendisine her ülkede bir kentten çok bir semt seçmiştir. Sinemanın Türkiye”deki serüveni de Pera ile yani Beyoğlu’nun “Cadde-i Kebir”i ile başlamıştır.
Elbette sinemanın Beyoğlu’yu (tabii Tepebaşı’yı) seçmesi bir rastlantı değildi. Çünkü Beyoğlu 19. Yüzyıl’ın 2. yarısından itibaren her türlü yeniliğe açık, çağdaş yaşamın tüm verilerini kucaklayan, onları benimseyen bir insan yapısına sahipti. Yabancılar, levantenler, Rum, Ermeni ve Museviler’den oluşan azınlıklar ve diğer sakinleriyle adeta Doğu ile Batı’nın bir sentezi, ortalarda kalan bir yerde buluşma ve bir arada yaşama merkezi idi.
Çoğu yazarın eski Pera’yı anlatırken ondan “Küçük Avrupa” ya da biraz küçümseme içerse de “Avrupa”nın taşrası deyimlerini kullanması yanlış değildir. Eğlence merkezlerinin yaşam kültür odaklarıyla buluştuğu bu yerde Batı”nın tüm yenilikleri kendisini tanıtma, sevdirme ve yaygınlaşma olanağını bulmuştur.
Osmanlı’da ilk eğlence merkezlerinin, restoranların, gece kulüplerinin, operaların, tiyatroların, sinemaların, paten sahalarının, sirklerinin, revülerinin ve daha bunlar gibi birçok sanat ve eğlence amaçlı eylemlerin Pera’da yaşama olanağına kavuşması, bu semtin kendine özgü, değişik ve yeniliğe açık insan mozaiğinden gelmiştir.

Beyoğlu, bugün de -kimileri ah Beyoğlu, vah Beyoğlu- ya da “Nerede o eski Pera!” diye yakınsalar da aynı işlevini sürdürmeye devam ediyor. Hatta daha yoğun bir biçimde. Tabii bu yoğunlukta solan ya da kaybolan renkler de yok değil. Özellikle azınlıklara karşı uygulanan yanlış politikalar, yıkımlar, kimi yanlış ve gereksiz uygulamalar bu renklerin giderek azalmasına ve yok olma aşamasına getirmedi değil. Ama yine de Beyoğlu’nda bu solmuş ya da yitirilmiş renklerin kimi izlerini de bulmak hâlâ olası.

Beyoğlu’nun zaman içinde yitirdiği elbette yalnızca mozaikteki renkler olmadı. Giderek onların kendilerine özgü, anılarla kuşatılmış mekanları da nasibine düşeni aldı. Eski tiyatrolar, sinemalar, bu semtle örtüşmüş kimi mekanlar gibi...

Beyoğlu, bir sinemalar caddesi olma özelliğini ne yazık ki tümüyle yitirdi. Artık Beyoğlu’nda 2 bin kişinin bir arada film izleyebileceği mekanlar yok. Yeni sinemalar açılmıyor. Eskileri ise çoktan perdelerini kapatarak başta AVM, bar ya da bir başka işlevlere büründü.
Kısacası Beyoğlu’nun orta yeri sinemasız kaldı.
Direnenler ise önce bölündü, küçüldü… sonrasında yıkılıp bir bir gitti.
Artık düş şatolarının devasa perdelerine emanet ettiğimiz anıların yolu Beyoğlu’ndan geçmiyor…
Acaba yalnızca küçülen ya da tümüyle yok olan düş şatoları mı?
Yoksa onların beraberinde götürdükleri anılar mı?
Sanırım anıların da ötesinde kentli olmanın belleğini de bilinçsizce, hatta hoyratça silip süpürüyoruz.


burcakevren@aydinlikgazete.com