Bilge Otağı'nın eşiğinde!

Haftalık yazı yazmayı hep sevmişimdir. Haftalık yazmak bir anlamda özet gibi bir şeydir. Bu hafta size anlatacağım bir hayli şey birikti diyebilirim. Yoğun bir hafta geçirdik… Tüyap Kitap Fuarı'na ise ancak 2 gün katılabildik.

9 Kasım'da Kaynak Yayınları Otağı’ndaydık! Otağlar sağlıklıdır, duvarları beton, zemini plastik kaplama değildir. Has yünün mis gibi sabunla harman olduğu keçe ile örtülüdür. Rutubet olmaz, nem yoktur, duvarları yaşar otağların, nefes alır nefes verirler. Tabanı kadın emeğinin ilmek ilmek dokuduğu, kök boyalarla bezediği kilimlerle kaplıdır. Taşın soğukluğu, plastiğin elektriği yoktur her tarafı sağlıktır, sıhhattir. Depremler alıp götüremez otağları, sağlamdır çünkü ana direkleri, kavîdir, güçlüdür. Mütevazıdır otağlar, saraylara, kâşanelere benzemez; orta bacada tencere kaynar, beşikte bebek belenir… Ne, ne kadar gerekiyorsa o kadardır, ne bir fazla ne bir eksik! Kaynak Yayınlarının nice yılları bulan birikimi ve tarihini ''stand'' kelimesinin gücü yetmez anlatmaya… Onun içindir ki Otağ derim oraya.

Ah! bu moderen! dünya ''Çadır Kültürü'' diye aşağılar amma hafiften bir zemin sallanıp, toprak ana homurdandı mı da kaçacak çadır arar. İşte öyle bir şeydir anlatmaya çalıştığım. Dergisiyle, televizyonuyla, partisiyle, kitaplarıyla, tarihiyle; yaşayan ve yitirdiğimiz yiğitleriyle, bacılarıyla, kızları, kızanlarıyla yerleşmiş köklü bir ''oba''nın seçkin bir otağıdır Kaynak yayınları.

Biz vardığımızda obanın emekçi dostları da oradaydı, zalimin zulmüne karşı kol kola girmek ve oba halkına karışmak için gelmişlerdi… Halleştik, haldaş olduk, yetmedi yoldaş olduk. Direncin ortak sesini haykırdık, zulme, haksızlığa, eşitsizliğe ve yoksulluğa karşı. İnadına üretmeye yeminler ettik atılan sloganlarla.

''Oba'nın Bilgesi,'' güler yüzü ile yine mevzide ve yine en öndeydi… Otağı ziyarete gelenlere, bir insan ömrüne sığmayacak çoğul kitaplarından tek tek imzalıyordu… Tevazu ve tefekkürle… Yorulmadan, yıllara varan iddia, inanç ve ısrarıyla…

Bir ara çekilip kenara uzun uzun izledim… Otağın önünde sıram sıram insan yığınları, bizim insanlarımız… Civan delikanlılar, ceylan gözlü kızlar, ağlayan ayvalar, gülen narlar, yüzü kırış kırış analar… Kitabını alan göğsüne bastırıp mutlu oluyor, bambaşka bir vuslat yaşıyor sanki… Kimi evine giderken umutla gitmek, sofraya bereketle oturmak, kimi ise üretmek ve ürettiği ile güçlenmek, ele güne rüsvâ olmamak istiyor. Hakları değil mi bu gün yüzü görmemiş ya da gösterilmemiş insanların, çok mu şey istiyorlar diye düşündüm durdum… Vızır vızır insan her tarafımız; bir an gül bahçesi etrafında uçuşup duran arılara benzettim onları… Nektarın en güzelini alıp kovanlarına taşımak için üşüşmüşlerdi sanki. Onları görünce bir kez daha umutlandım!

Sonrasında bir yürüyüş eyledik ve başka bir salonda oba halkıyla bir toy kurduk! Söylenecek söz vardı, gidilecek yol, çalınacak saz… İşçi kardeşlerimiz anlattılar; emeklerinin nasıl hiçe sayıldığını amma onların da nasıl direndiklerini… Kadınlar anlattı; allı, yeşilli kadınlar, kınalı avuçlarını gösterip, sıktılar yumruklarını ve haykırdılar Polonez İşçileri 'nin direncini… Her biri sanki Ali Yüce Usta'nın ''Mürselekli Kadınlar''ıydı… Gündüzleri kök söküp, geceleri kömür yakan kadınlar, karanlığı aydınlatan! ''Mürselekli Kadınlar''dı sanki hepsi. ''Oba'nın Bilgesi'' bitmek bilmeyen gücü ile anlattı ve nefesler tutulmuşçasına dinledi toy sakinleri… Bu toy bizim toyumuzdu, herkesin vardı elbet bir söyleyeceği ve kalktı beyler, hatunlar anlattılar bir bir karanlığın nasıl aydınlanacağını.

Ne güzeldir karanlığa karşı meşalelerle, çerâğlarla yürümek… Yürüdükçe aydınlanır dehlizler… Yürüdükçe taş duvarlardaki gölgeler heyula gibi büyür, büyür de üstüne gelir adamın. Ürkersen, atarsan bir adım geri, alır altına seni korku, yapıştırıverir mindere… Kalıverirsin öylece… Öncesinde de öyle oldu, kalmadılar geri… Kalsalardı, varamazlardı İstanbul'dan ''Vira'' diyen Bandırma'yla Samsun'a… Sakarya'da sabahın ilk ışıklarıyla kucaklayamazlardı zaferi, İzmir'de süpüremezlerdi soysuzluğu deryaya…

Elindeki çerâğın şavkı ile varsın büyüsün duvardaki heyulalar… Gelsin üstüne idam fermanlarıyla Hızır Paşalar… Bilirsin ki üzerlerine gittikçe küçülecekler ve yok olup gideceklerdir.

Öyleyse yürümek gerektir; muhannetin, gafletin, dalâletin, sapkınlığın, cehaletin üzerine… İlimle, bilgiyle, tefekkürle, inançla, azimle, cesaret ve akılla…

Biz de Ece Ataer'le 12 Kasım'da ''Bir Çerâğ da bize verin!'' diye, vardık Oba'nın ''Has Otağı'' na, çaldık kapısını…

''İşte meydan gir dediler… Bu dervişlik nedir dedik… Ateşten gömlek dediler… Yerlerinden yer verdiler… Meydana sofra serdiler…

Bu kazanda var gel kayna…Daha çiğsin yan dediler… Andan sonra bizim ile…Ol sen de mihman dediler…

''Eyvallah!'' dedik ve aldık çerağlarımızı, taktık yıldızlı rozetlerimizi; mihmân olma yolunda karıştık Oba'nın halkına…