Bilim alıp ahlak almamak mümkün mü?
Türkiye’de özellikle sağ-muhafazakâr aydınlar ve siyasal seçkinlerde batının ilmini alıp maneviyatını, ahlakını almamak şeklinde ifade edilen yaygın bir ön kabul bulunuyor. Bu konumlanma görünüşte kendi milli ve manevi değerlerimize yönelik bir sahiplenme gibi dursa da, özünde olan biteni anlamamaktan kaynaklanıyor.
Arkada kalan on yıllarda, dünya ölçeğinde uygarlık merkezinin Batılı ülkeler olmasından dolayı bu seçmeci önyargının öznesi “batının ilmini alıp ahlakını dışarıda bırakmak” idi. Bu kafayla devam edilirse, önümüzdeki on yıllarda Doğu’nun ya da Asya’nın ilmini alıp ahlakını almamak şeklinde öznesi değiştirilerek kullanılabilir.
Uzun zamandır yazmak istiyordum, geçtiğimiz Şubat ayında AK Parti genel başkan vekili Numan Kurtulmuş İskilipli Atıf sempozyumunda tekrarlamış bu görüşleri. Kurtulmuş’a göre Türk tecrübesi, modernleşmeyi sadece şekil şartları bakımından kavramış, giyime kuşama takılan taklitçi ve sakat bir modernleşmeydi. Oysa modernleşme bir zihniyetti, bir düşünceydi, bir paradigmaydı. Oysa Japonya bizim gibi yapmamış, batının ilmini almış ama onun kültürünü, kıyafetini, müziğini, çalgısını almamış, yine yer sofrasında yemeye devam etmiş ve en az Batılılar kadar güçlü köprüler yapmış, uçaklar yapmış, yollar, hızlı trenler yapmış ve modernleşmişti.
Sayın Kurtulmuş’un sözleri, muhafazakâr aydının modernleşme meselesini ele alırken her şeyi birbirine karıştırmasının tipik bir örneğini veriyor. Birincisi bu yaklaşım kültürel değişmede tezgahtan karpuz seçer gibi davranmanın mümkün olduğunu varsayıyor. Oysa kültür maddi ve manevi unsurlarıyla bir bütün. Birini aldığınızda öbür unsurları da almak zorundasınız. Örneğin motorlu taşıt teknolojisine geçtiyseniz (maddi unsur) trafik kurallarına ve o kuralları içselleştirmiş sürücülere yani bir trafik ahlakına ihtiyacınız olacaktır (manevi unsur). İkinci olarak, seçmeci modernleşme varsayımı tarihten bir başarı örneğine ihtiyaç duyuyor. Bu noktada bir Japonya efsanesi uyduruluyor. Oysa öyle bir Japonya yok, hiç olmadı.
İşin doğrusu ne? Modernleşme meselesi bir batılılaşma veya yarının dünyasında Doğululaşma meselesi değil. Atatürk’ün ifadesiyle “muasır medeniyet” dairesinde yer alma, zamanın gerisine düşmeme meselesi. Hal böyle olunca, tartışılan şeyin esası batının çalgısı, çengisi, kıyafeti değil, ilim üretmenin sosyokültürel koşullarıdır. Sayın Kurtulmuş, batı şekil şemal değil zihniyettir derken bir an için meseleyi anlamış gibi görünüyor ama hemen arkasından Japonya’daki yer sofrası, köprü, yol vs. diyerek zihniyet kavramını da yanlış tanımlıyor. Kimono giyip hızlı tren seferi başlattığınızda batının ilmini almış ama zihniyetini almamış olmazınız.
Bir ülke modernitenin teknolojik ürünlerini satın aldığı ve kullandığı için modern olmaz. Eğer Sayın Kurtulmuş’un dediği gibi modernlik bir zihniyetse, o teknolojiyi üretebilme, araştırma yapabilme, sorgulayabilme yetenekleri nedeniyle moderndir. Mesela Arap şeyhliklerinde gördüğümüz bütün o ultra modern mimari vb. görüntülere rağmen modernleşme yoktur çünkü dünya ölçeğinde bilime, sanata, felsefeye yani toplamda “muasır medeniyete” katkı yapabilecek modern insan kaynağı yoktur. Buna karşılık Japonya’nın modernliği hızlı tren satın alıp yolcu taşımasından değil, o trenlerin teknolojisini geliştirebilecek yenilik ortamlarına izin vermesinden, eleştirel düşünceye, bireysel özerkliğe ve yaratıcılığa izin veren sosyo-kültürel ortamdan, insan gücünü eğitmesinden, ar-ge’ye kaynak ayırmasından kaynaklanır. Yani Japonya bilimden önce, bilim yapabilmek için gereken ahlakı almıştır.
Modernliği rasyonel insanı var eden toplumsal ve kültürel koşullar meselesi olarak kavramaz ve teknik ürünlerin kullanımına indirgerseniz, bizim muhafazakârlar gibi yaya kalırsınız. Sosyolog Peter Wagner, modernliğin ayırt edici vasfının rasyonalite yani eleştirel aklın egemenliği ile bireysel özerklik olduğunu vurguluyor. Oysa bugüne kadar muhafazakârlar bireysel özerkliğin cemaat yapıları içinde erimesinin; siyasallaşmış dinin emirlerini dikte eden teokratların ülke yönetimine ortak edilmesinin ve dogmanın eleştirel aklı öncelemesinin modernleşmeyi nasıl imkânsız kıldığı konusunda yeterince duyarlı görünmediler. Ahlak meselesi tam da bu bağlamda anlam kazanıyor. Bir başka sosyolog Manuel Castells, tarih boyunca üretilen teknolojik yeniliklerin, özünde “yenilik ortamları” dediği kentler veya mekânlarla ilişkili olduğunu söylemişti. Yenilik ortamları sadece mekânlar değil aynı zamanda sosyo-kültürel iklimlerdir yani modern teknolojinin üretilmesi için gereken ahlaki ortamlardır. Bu anlamda, bilim üretmek, onu ahlakıyla birlikte almayı gerektiriyor. Bugüne kadar muhafazakârlar “batının ahlakı” derken, ahlak kavramını batılı toplumların dinlerine ve geleneklerine indirgediler ama mesele onların ithal edilmesi değildi. Esas mesele bilim üretmek için gereken ahlaki çerçeveyi, yani bireysel özerkliği, rasyonel düşünceyi, laikliği, bilime saygıyı, nitelikli eğitimi vb. almaktı.
Milli-manevi değerlerimizi savunduklarını söyleyenlerin, iktidar oldukları her dönemde köküne kibrit suyu döktükleri tam da bu ahlak oldu. Bilim ve teknoloji üretmek için gereken ahlaki çerçeve ile kavga edince, modernleşme adına elde kala kala ithal edilmiş arabalar, binalar, yollar, köprüler, cep telefonları vs. kalıyor. Ama bunları satın alıp kullanan toplumların modernliği bir tür “ultra modernlik” ya da “modern kitsch” olmaktan öteye gitmiyor.