Bilim bize lazım mı?

Bütün toplumlar bilime ihtiyaç duymazlar. Bilim, kendisini bir ihtiyaç olarak dayatır. Çeşitli bilgi türleri esas olarak dünyayı anlamamıza, anlamlandırmamıza ve maddi-manevi hayatı kolaylaştırmaya yararlar. Bilimsel bilgi olmaksızın da hayatı anlamlandırabiliriz. Mesela “deprem nedir, neden olur?” sorusunun cevabını, “çünkü günahlar çok artmıştı, Tanrı bizi uyardı” diye verdiğimizde, mesele bizim açımızdan aydınlanmış, konu kapanmış olur. Deprem sorunuyla karşılaşmış olan insanlar, sorunu bir bilgi türü olan dinin bilgisi üzerinden çözüme kavuşturabilirler.

Depremde Tanrı tarafından cezalandırılan insanlar cezayı hak ettiklerini düşündüğümüz “öteki”ler olduğu müddetçe, depremin maddi koşullarını bilmeye, onun hareket kanunlarını keşfetmeye ve depremi insanın denetimi altına almaya ihtiyacımız yoktur. Bilim henüz bize lazım değildir, inançlarımız, önyargılarımız ya da bilim dışındaki diğer açıklayıcı bilgi çerçevelerimiz işimizi görmekte, dünyayı anlamlandırmamızı sağlamaktadır. Deprem günahsız olduğumuz, ağır bir cezayı hak etmediğimizi düşündüğümüz halde bizi vurursa, işler değişir. O anda dini inanç ve kültürel önyargı veya felsefi kanaatlerimizin dünyayı açıklamakta işe yaramadığını görürüz. Maddi gerçeğin, bütün önyargılarımızı dışarıda bırakarak, nesnel biçimde anlaşılması ihtiyacı, yani bilim kendisini dayatır.

Sümer uygarlığı, Fırat ve Dicle nehirlerinin taşkınlarını hesaplamak zorundaydı. Çünkü taşkınlar, tarımsal üretimi zaafa uğratıyor, toplumu kıtlıkla yüz yüze getiriyordu. Tanrılara dua etmekten, adaklar adamaktan vazgeçmediler. Ama bundan daha fazlasına ihtiyaçları vardı, çünkü sorun bu yollardan çözülemiyordu. İlk astronomik gözlemler ve takvimin bulunmasına giden hesaplamalar, bilim kendisini dayattığı için yapılabildi. Maddenin nesnel hareket kanunlarının toplumsal alanda da bulunabileceğinin düşünülmesi için milattan sonra 19. yüzyılı beklemek gerekecekti. Elbette sosyal bilimler, önce doğa bilimlerini taklit ederek, bir tür sosyal fizik yapma iddiasıyla başlayacak, ardından toplumsal hareketin kendine özgü nitelikleri anlaşıldıkça daha girift tekniklere evrilerek olgunlaşmaya başlayacaktı.

Bütün bunları bilim tarihi özeti olsun diye anlatmıyorum. Koronavirüs afetine karşı herkesin gözü kulağı bulunması beklenen aşıda, ilaçlarda, solunum cihazları kapasitesinin artışında, maske imalatında vb. Televizyonlardan Bourdieu’nun “fast thinker” dediği her konuda her gece konuşabilen medya “herbo..logları” ve bilim camiasının içindeki başarısızlıklarını medya görünürlüğü üzerinden dengelemeye çalışan heteronom insanlar biraz olsun çekildi. Yerlerini tıbbın çeşitli alanlarında uzman olan bilim insanları, psikologlar vs. almaya başladı. Çünkü hayatın aciliyetleri bilime kulak vermemizi dayattı. Ama bu durum bazılarında farklı türden rahatsızlıklar yaratmış görünüyor.

Bir bilim insanının, koronavirüs olayı insanlığı bilimin kurtaracağını gösterdi mealinde konuşunca rahatsız olan Yusuf Kaplan, batı literatüründen devşirdiği kavramlarla bu argümanı eleştirdi. İnsanlığı kurtaracak olan şeyin maneviyat olduğu düşüncesiyle, bilime yönelik bu bakışın bilime tapmak olduğunu söylemiş. Oysa insanlığın başına bela olan hiçbir zaman bilim olmadı. Hatta pozitivizm gibi bilimi kutsayan felsefeler de bütün yanlış konumlanışlarına rağmen belanın esası olmadılar. Bela olan bilimi insanlık düşmanı amaçları için araç olarak kullanan emperyalizm veya faşizm gibi ideolojik örgütlenmeler oldular. Bıçak, ekmek kesmeye de insan kesmeye de yarar. Suç bıçakta değildir ve bıçağın faydasına işaret eden kişiler, bıçağa tapmakla eleştirilemezler.

Bilime ihtiyaç duyduğumuz anda yardıma koşup sizi kurtarması, ardından gözünüzün önünden defolup gitmesi ve sizi eski önyargılarımızla baş başa bırakması gereken bir tüketim nesnesi olarak baktığınızda, çok önemli bir noktayı atlamış oluyorsunuz. Bilim, ancak bilimsel şüphe, eleştiri ve yaratıcılığa izin veren sosyo-kültürel ortamlarda üretilebiliyor ve insanlığın beklentilerine cevap verebiliyor. Maneviyatı harcamamak adına, bilimi felsefesinden koparır ve bilimsellikle ilişkinizi teknolojinin ürünlerine yönelik bir tüketicilik arzusuna indirgerseniz, tıpkı “analitik” terimlerinizi ithal etmek zorunda kaldığınız gibi, bilimin ürünlerini de sonsuza dek ithal etmek zorunda kalırsınız.