Bir arzuhalcinin edebiyat hakkındaki görüşleri
Bu zamana kadar okuduğum, gördüğüm ve bildiğim kadarıyla edebiyatçılar kendilerine iki yol seçiyor:
Birincisi tezi, toplumsal arka planı, yani davayı bir kenara iterek, yalnızca biçimle, kurguyla, dramatik yapıyla ilgilenenler. Yani edebiyatı bir oyun sahasına, dünyadan ayrı bir dünyaya dönüştürenler.
Bu yolu seçenler elbette siyasi saflaşmadan, toplumsal çelişkilerden de faydalanıyorlar. Ama ancak bir dekor, bir çeşni, bir buhran olarak. O da Türk okurunun politik meraklarını karşılamak için. O mahalleden bu görüşten, şu sokaktan fark etmiyor, edebiyatı oyun olarak ele alan herkes herhangi bir tez ortaya atmaktan, bir taraf olmaktan kaçıyorlar. Ya da politik tutumlarını kullandıkları dekorlarla, çeşnilerle veriyorlar.
Neden mi? Çünkü güçlü karakterleri yok. Çünkü o güçlü karakterleri yaratacak bir ideolojik birikim ve toplumsal gözlem de yok. Öyle olduğu için nargilenin tokurdadığını bilmiyorlar. İçlerinden bir kısmı da yeteneklidir, çalışkandır da. Ama duyarlılık, gözlem ve dünyayı anlama ve değiştirme isteği sadece çalışmayla mümkün değil. İnsanı değiştirmeyen, etkilemeyen, en azından düşünme eylemine sevk etmeyen bir yazın da olsa olsa plastikten edebiyattır.
Nohut odalardan çıkamayan bu yazın hâlinin, dünyanın merkezine insanı değil, bireyciliği koymanın ağır sonuçlarından biri olarak görüyorum ben bunu. Bir zamanların büyük rüyası, yüz binlerce ölüyü bırakarak ve başını kıyılara vurarak sona eriyor.
Edebiyattaki bu oyun, kurmaca yönelimi esrarlı bir büyüye benziyor. Büyük bir hayali gösterir size, peşinden koşarsınız; sokaklar geçer, dağları deler, çöller aşarsınız, en sonunda parmağınızın ucuyla dokunmaya kalktığınızda un ufak olur.
Meseleyi “sanat sanat için midir, sanat toplum için midir?” diye dilden dile dolaşan o klişeye de bağlamayacağım. Neticede edebiyat, dil, sınırları cetvelle çizilebilen bir toprak parçası değil.
Ama taşra-merkez ekseninde gidip gelen bir kesit de değil. Yani zaman çizgisel değil, mekân karmakarışık, ve hiçbir şey -doğanın kanunlarından aldığı yetkiyle- yerinde durmuyor. Böyle bir basitlikten büyük fikirler çıkaranlara diyeceğim tek sözüm; sokakta karşınıza çıkan elektrik direği bir simge değil ama kafanızı vurmanız için bir nedendir. Dağların eteklerinde internetin olduğu, köylerinde zincir marketlerin şube açtığı bir ülkede yaşıyoruz biz, ne taşrası, ne merkezi.
SAHİ SİZ HANGİ ÜLKEDE YAŞIYORDUNUZ?
Geldiğimiz nokta bir çöl ikliminin başlangıcı, vasatın vasatı doğurduğu bir sayrılık, buhran. Yok, buhran değil o çok yerel. İç sıkıntısı desek o da olmaz. Biz ona Rimbaud eşiği diyelim, daha evrensel. Gerçi onu da yarım yamalak ezberlemiş, tepe taklak anlamışızdır ya neyse.
Fikri biçime esir edenler bununla da yetinmiyor edebiyatın zanaat kısmını hiçe sayarak, bozuk dillerinin üslup olduğunu iddia ediyorlar. Metin Eloğlu okumasaydık, âşıkları dinlemeseydik, türkülerdeki edayı bilmeseydik, Sinan Paşa’yı tanımasaydık, Refik Halid’i duymasaydık hiç, evet bozuk Türkçe’ye üslup derdik. İddia ettikleri üslup da eski Osmanlıca sözcüklerin gelişi güzel kullanılmasından başka da bir şey değil. “Müphem” ya da jötem (je’taime), onlar için dekor şık olduktan sonra ikisi de aynı.
Aklıma Recaizade’nin parodisi geliyor. Bihruz ve siyah-çerde. Bu da küçük bir not olsun.