'Bir Başkadır'ın ideolojisi

Neoliberalizmin görülmeyen eli 'Bir Başkadır' övücülüğünde mutabakat yarattı. Diziye yönelik övücülüğün ve 'ötekini anlama'nın çıktığı arşta görünen durum yaratılan kurgusal gerçeğin aynasında yaşanılan yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma gerçekliği çarpıttığı için kavramları da yorumun keyfiliğine terk etmiştir.

Son günlerin çok konuşulan dizisi “Bir Başkadır” sosyalistinden liberaline, milliyetçisinden İslamcısına kadar farklı kesimleri aynı beğeni ve övgü noktasında buluşturdu. Hatta diziyi övmekte geç kaldığını düşünenler bu trene yetişmek için epey acele etti. Buna göre dizi harika bir yapımdı ve “memlekette güzel işler de oluyor”du. Senaryosundan oyunculuğuna, görüntülerinden ışığına kadar Türkiye’de eşine az rastlanır bir yapımla karşı karşıyaydık. Dizi Türkiye gerçeğini anlatıyordu. Tanıtım görsellerinde de ülkeyi bir başka yapan renklere ve farklılıklara vurgu vardı. Neoliberalizmin görülmeyen eli “Bir Başkadır” övücülüğünde mutabakat yarattı.

POSTMODERNİZM IDEOLOJİYİ ORTADAN MI KALDIRDI?

İtalyan filozof Maurizio Ferraris “Yeni Gerçekçilik Manifestosu” adlı kitabında şöyle der:

“Postmodernlerin hayal ettiklerini popülistler gerçekleştirdi ve hayalden gerçeğe geçişte meselenin ne olduğu kavradık. Dolayısıyla hasarın kaynağı, çoğu zaman olağanüstü özgürleştirici ideallerin itkisiyle hareket eden postmodernlik değil, postmodernliğin (büyük ölçüde bihaber olsa da) güçlü ideolojik desteğinden yararlanan popülizmdi. Bunun sadece felsefe, edebiyat ya da mimariyle ilgilenen seçkinler üzerinde değil, öncelikle postmodernliği hiç ya da hemen hiç duymamış ve yalnızca medya popülizminin (en önemlisi, bu sistemin alternatifi yoktur, kanısının da dahil olduğu) etkilerine maruz kalan geniş halk kitleleri üzerinde önemli sonuçları oldu.”

Postmodernizm ideolojiyi ortadan kaldırmak bir yana kendisini geniş kitlelere başka araçlarla kabul ettirdi çünkü o yalnızca akademik bir akım değil. Etkileri Ferraris’in de dediği gibi sisteme güçlü bir ideolojik destek sunarak halk kitlelerine nüfuz eden, hedef aldığı “büyük anlatıyı” dönüştürüp kendi “büyük anlatı”sını kurmak için mücadele eden, popülizmden ve emperyalist sermayeden ciddi destekler alan bir akım. Ve bu nedenle de gerçeği çarpıtıp, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulayıp kitlelere götürmede önemli olanaklara sahip. Böyle olunca aydınından sıradan insanına kadar herkesi etkilemeyi başarabiliyor. Fakat bunu yaparken ideolojik olmama maskesiyle ortaya çıkıyor. İdeolojinin inceliği de burada, yani kendisinin olmadığına inandırmasında.

Bu bakımdan “Bir Başkadır”, her sanat eseri gibi bir ideolojiye sahip. İdeoloji ülkemizde genellikle hödüklükle eşdeğer tutulduğu için ondan bahsettiğimiz zaman dudak bükülüyor. Oysa;

Sınıfların olduğu her yerde ideoloji vardır.

Sınıfların olduğu her yerde sınıfların kültürü vardır.

Sınıfların olduğu her yerde sınıf çıkarları ve bu çıkarların estetik değerleri vardır.

Sözünü ettiğimiz yalın gerçeklerin; postmodernizmin akışkan ve her an bozuma uğrayan, nesnelliği aştığını iddia eden, nesnelliğin yerine yorumları koyan dünyasında revaçta olmadığı için geçerli olmadığı sanılıyor. Bazı çevrelerin öyle sanmaya devam etme özgürlüğü var elbette. Ama bizim de bu özgürlüğe itiraz etme ve eleştirme özgürlüğümüz var! Bunun yanında şunu belirtmekte de fayda görüyoruz: İdeolojik bir hokus pokusla karşı karşıyayız. Mücadele ettiği her şeyi “yorum” diye etiketleyerek saf dışı etmeye çalışmak ama öte yandan da kendi iddialarını nesnel gerçeklik olarak sunmak en büyük hilelerden biri. Postmodernizm, neoliberalizmin yarattığı sinema, dizi, edebiyat gibi kültürel üst yapıya ait alanları dokunulmaz kıldığı, ona yönelik eleştirel yaklaşımları zamanını çoktan doldurmuş düşünceler diye yaftaladığı oranda başarılı oldu ancak bütün saldırılara rağmen karşısında yer alan tarihsel materyalizmi dil ve söylemle ortadan kaldırma başarısına hiçbir zaman ulaşamadı. Kendisini farklılıkların betimleyicisi olarak sundu ve meşruiyetini farklı dünya görüşlerine sahip insanlar nezdinde bu sözde kapsayıcılıkla sağladı.

BİR BAŞKADIR'IN TÜRKİYESİ: KİMLİKLER COĞRAFYASI

Tam da bu noktada kapsayıcılık ve “bir başkalık” özgünlüğü iddiası altında, karakterler üzerinden dizinin ortaya koyduğu üçe ayrılmış Türkiye tablosuyla karşı karşıya geliyoruz:

Dindarlar, laikler ve Kürtler.

Dindarlar dizide hayatlarını emeğiyle kazanan insanlar. Aynı zamanda hastaneye gitmelerine bile karışan ve peygamberin soyundan geldiğine inandıkları bir hocaları var. Hoca dediysek Diyanet imamının ötesinde işlevi olan biri.

Laikler batıcılıkla özdeş. Karakter olarak psikiyatr Peri ve onun Halk Tv izleyip Facebook’tan ne olduğu belli olmayan paylaşımları okuyan babasıyla, soğuk ve tepeden bakan annesi... Kendileri boğaza nazır yalıda oturuyor. Viskilerini de yudumlasalar “monşer” karikatürü tamamlanmış olacak.

Kürtler ise ikiye ayrılıyor. Bir yanda “dağda arkadaşları” olan Gülbin ve ona bu suçlamayı yapan, jeeple gezen ablası. Gülbin sürekli kavga ettiği ablasını 35 yıl önce annesine tekme atıp kardeşlerinin sakat kalmasına yol açanlara boyun eğmekle suçluyor. Ablası ise onu değişmekle, bir adamı bile elinde tutamamakla ve mutsuzlukla…

Böylelikle dizide ülkemizin üç ana eksene bölündüğünü öğrenmiş oluyoruz. Birbiriyle işçi-işveren, doktor-hasta ilişkisi gibi zorunlu bağlar dışında ilişkisi olmayan, gönül bağları olmayan insanların yaşadığı ülke. Zaten bu gerçeği dizi Peri karakterinin ağzından net bir şekilde ifade ediyor: “Sanki iki ayrı ülkeyiz, onlar çoğunlukta.” Onlar dediği de dindar insanlarımız. Peri bir adım daha ileri gidiyor ve Peru gezisindeki dans eden halkı kendine daha yakın bulduğunu psikiyatr arkadaşına itiraf ediyor. Denebilir ki bu onun takıntısı, psikolojik bir sorun. Ancak öyle olmadığını, Gülbin’in birlikte olduğu Sinan’a dizi boyunca yaptığı şikayetlerden ve kızgınlığından anlıyoruz çünkü dizi profesyonelliği de çiğneyerek bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Daha da ötesinde güya laikliği benimseyenlere yönelik karikatürleştirmeden görüyoruz. Yani ‘bunlar halktan kopuk bir avuç zengin azınlıktır’ betimlemesinden...(Peki bu tabloda Türkiye’nin yeni zenginlerini nasıl açıklayacaksınız? Onları ekonomik sınıfsal ilişkilerinden mi yoksa inançlarından okuyarak mı tasnif edeceksiniz?) Bu durumu ortaya koyunca şöyle itirazlar yükseliyor: ‘Ne yani böyle insanlar toplumda yok mu?’ Böyle sözde laikler toplumda elbette var, tıpkı toplumda “7.4 yetmedi mi?” diyen sözde dindarların olması gibi. “7.4 yetmedi mi?” gericiliğini nasıl dindar vatandaşlarımıza mâl edecek imalar ve mesajlar yanlışsa bu da yanlış. Ama asıl yanlış toplumu dindar-laik kutuplaşması üzerinden okumakta yatıyor. Bir kere ayrımı bu ikilik üzerinden yapınca her şeyi yanlış kurmaya başlıyorsunuz. Bu ayrımın ideolojisinin tanıdık özeti şu: ‘Anadolu halkı mütedeyyindir ve onların kültürünü laik, zorba, Jakoben elitler değiştirmiştir.’ Yani bildiğimiz neoliberal-yobaz sentez. Şunu hakikaten merak ediyoruz: Dizide dindar olan karakterler dışında bırakılanların ve kentlilerin tümü neden mutsuzluğun dibinde? Mutluluk bir tarikatın hocasına bağlanmakta mı yatıyor? Neden emekçilerin tarikat liderinin ağzının içine bakması rahatsızlık yaratmıyor izleyenlerde? Saf ve insani ilişkiler, içinde yanlışları da barındırsa bu ortamlarda mı filizleniyor? Dizinin son bölümünde verilen mesaj tam olarak bu. Hatta o kadar ileri gidiliyor ki müridi Meryem’in psikiyatr görüşmesinin bile kendisine rapor edilmesini isteyen hoca liberal bir tavır takınarak kapalı kızının açılmasına ses çıkarmıyor ve kızının lezbiyen olduğu imasını otobüse bindiği sahnede anlıyoruz.

DİZİNİN KURGUSUNU GERÇEK VERİ OLARAK ALMAK

“Bir Başkadır”a yönelik eleştirel olma iddiası taşıyan kimi değerlendirmeler dizinin Türkiye’nin toplumsal gerçeğini betimlediği ama onun ötesine geçemediğinde düğümleniyor. Eğer bu doğru kabul ediliyorsa diziyi eleştirmeye de gerek yok. Çünkü sorunun ortaya konuluşu ister istemez o sorunun sınırları çerçevesinde bir çözüm arayışını da beraberinde getirecektir. Eğer çelişmeyi Anadolu’nun mütedeyyin emekçileri ve memleketinden sürülmüş Kürtleriyle yalıda oturup fotoğraf albümü karıştıran laik elitler olarak koyarsanız çıkacağınız yer Cumhuriyetle ve o elitlerin köküyle mücadele edilmesi, etnik ve dinsel kimlikçiliğin okşanmasıdır.

SEVGİ VE EMPATİ…

Kavramlar gerçeklik arasındaki nedensellik ilişkilerinden yapılan çıkarımlardır. Sevgi, empati gibi kavramlar insan türüne içkindir. Türümüz sevgiye ve empatiye mahkumdur. Hiçbir birey, grup veya kesim insanı bu iki unsurdan yoksun bırakamaz. Ama postmodernizm nesnel ve verili olan kavramları kafasına göre yorumlatabilir ve ortaya tam da bu akımın istediği türden değerlendirmeler çıkar. Diziye yönelik övücülüğün ve “ötekini anlama”nın çıktığı arşta görünen durum yaratılan kurgusal gerçeğin aynasında yaşanılan yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma gerçekliği çarpıttığı için kavramları da yorumun keyfiliğine terk etmiştir.

TÜRKİYE EMEKÇİLERİNİN GERÇEĞİ

Kimlik bölünmesinin, kurguların ötesinde Türkiye’nin bir gerçeği var: Emekçilerimiz aynı tezgâhta çalışıp aynı apartmanda oturuyor. İşlerine sabahları aynı otobüsle gidip akşamları aynı metroyla evlerine dönüyor. Benzer geçim sıkıntılarını yaşıyor, evlatları aynı okullara gidiyor. Hepimiz yurdumuz için aynı kaygıları duyuyoruz. Matbaada çalışan ve farklı partilere oy veren iki işçi en fazla öğle yemeğinde tatlı tatlı atışır ama onların yaşadığı hayat ve çıkarları birdir, gelecek kaygılarının bir olması gibi... Bunu en iyi o emekçiler bilir. Bu gerçek sadece sınıf çıkarları ve kültürü bakımından geçerli değil. Farklı sınıfların milli bir kültüre sahip olmaları açısından da geçerli. Çünkü Türkiye’nin gerçeğini millet olma ve emekçi karakteri belirliyor, “iki ayrı ülke gibi ayrılmış” kimlikçi postmodern bakış değil.