Bir düşe, bir dile, düşünceye bağlanmak
Fakir Baykurt’un ölümünden kısa bir süre önce ‘tamamladığı’ Eşekli Kütüphaneci* romanını okurken; yazarın konumu, işlevi ve yazarlık tavrını düşündüm ister istemez.
Baykurt; inanmış, bağlanmış bir yazardı. Kimileri onu, ‘köy edebiyatı’ yapıyor diyerek, burun kıvırmış; kimileri ‘kaba gerçekçi’, kimileri de ‘toplumcu’ yazar gibi nitelendirmelerle bir yerlerde görmeye, göstermeye çalışmış durmuştu
Tüm bunlardansa, onun kendini nasıl gördüğü; bu amaçla neyi/niçin/nasıl yaptığı önemliydi, bence! Onun inanmışlığı, bağlanmışlığının tözü buradaydı. Aynı zamanda yazarın duruş yerini, tavrını belirleyen bir olguydu da bu.
Bir yazarı köyü, kenti, bireyi anlattığı için ne suçlayabilir, ne de dışlayabiliriz. Oradaki düzeyine, yaptığının ne anlama geldiğine, yapıtının estetik boyutlarına ve elbette ki tüm bunlarla birlikte yazarlık tavrı/duruş yerine bakmak gerekiyor.
Baykurt’un bu romanını okurken, ister istemez, Oğuz Atay’ın, 1998’de yayımlanan, yarım kalan romanı Eylembilim’i** anımsadım. Hatta bu romandan sonra ona döndüm yeniden.
Her iki yazar, sanki bu dünyadan göçüp gidecekleri an’ı biliyormuşlarcasına, yazarlıklarının ‘manifesto’su niteliğinde son bir yapıt yazıp
bırakmışlar bize.
Atay’ın bu yarım kalan romanını dostu Cevat Çapan, Baykurt’unkini de kızı Işık Baykurt yayına hazırlamış.
Atay’ınki gibi, bence, Baykurt’unki de bitmemiş roman.. Ama onların yazarlık tavrını/duruş yerlerini belki de en iyi anlatan romanları.
Atay, Eylembilim’i, ölen matematik profesörü Server Gözbudak’ın ‘notları’ndan yola çıkarak kuruyor. Bu ‘notlar’, ölümü sonrasında, avukatı Dilaver Kalas’a profesörün bir hanım arkadaşı tarafından verilmiştir. Kalas’ın, “son zamanlarında açılan amme davalarının çokluğu” nedeniyle, profesörle yakın ilişkisi olmuştur.
Kalas, bu sunuşta, Server Gözbudak’la ilgili birtakım bilgilerle, kişiliği üzerine de ipuçları veriyor: Geçmiş kültürümüz üzerine yaptıkları sohbetler, onları tanıştıran Abdülgani Meşveret’in kişiliği vb. Ona göre, her ikisi de; “nesli müntariz” olmuş “en derin şahsiyet”tirler. Kalas’ın amacı; “gelecek nesillere bu notları gerçek bir belge olarak” sunmaktır. Çünkü, hemen ekler; “bugünkü nesillerin meseleye doğru bir teşhis koyacağından şüphedeyim.” Gene de, “bu notların başka noktalardan değerlendirilebileceği”ni düşünmektedir. Bu konudaki sakınımlı davranmasının nedeni ise şudur: ‘notlar’ı edebi değerde görmesi. Server Gözbudak’la ilgili verdiği bir başka ipucunda ise şunları imler: “Her ne kadar rahmetli Server Gözbudak vefatına tekaddüm eden son aylarda özellikle Batılı yazarların romanlarına aşırı bir düşkünlük göstermişse de notlarında bu yazarların modern üsluplarını taklidi, bir özentiden ileri geçmemiştir sanıyorum.”
Atay, Eylembilim’i, roman kahramanı Prof. Dr. Server Gözbudak’ın bir ‘hatırat’ı gibi sunmuş. Sürüklendiği ortamda eylem içindeki durumunu yansıtır. Oraya geliş sürecini, yaşantısından kesitleri anlatarak göstermek ister. Bir döneme, o dönemde oluşan olaylar karşısındaki aydının konumunu ironik bir bakışla yansıtır. Öncesini ve gelinen yeri; dünle bugün arasındaki ince çizgiyi, değişimi, eylemin eylemsizleştiği ân’ı, ‘bilim’le ‘eylem’in içselleştiği yeri; bir anlamda bizi; geri kalmışlığımızın/azgelişmişliğimizin neden/niçinlerini görmeye götürerek bir ufuk turu yaptırıyor, Server Gözbudak.
Atay, 8 Haziran 1976 tarihindeki günlüğüne bu romanla ilgili olarak şu notları düşer: “Eylembilim diye başlayıp yarım kalan hikâyeyi kısa bir roman haline getirmek istiyorum: Bir hocanın öyküsü. İki değişik hayat yaşayan bir yarı aydının macerası. İki dünyasında da uykuda gezer gibi yaşıyor. İradesi ile kendine gelebilmek için silkinmeye çalışıyor, davranışları eylem olarak nitelendiriliyor. Hayatı bir savaş olarak görmek zorunda kalıyor. Saldırılar ve ihanetlerle dolu bir savaş. Ordular, tarihi savaşlar.”
***
Atay’ın bu romanının tözünü oluşturan düşünce; Baykurt’un romanında da ele aldığı temel sorunsallardan; ülkenin aydınlanma, çağdaşlaşma serüveninin önündeki engeller; aydının ikilemi, uğraşı, yüzleştikleri vb.
Atay ve Baykurt, bulundukları konumdan hareketle bu ana sorunsalı farklı düzlemlerde ele alıyorlar aslında.
Baykurt, Eşekli Kütüphaneci’de, taşrada bir kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün aydınlanmacı çabasını anlatır. Onun bu öyküsüne Larisalı Dimitrios Katsikas ile Ürgüplü müzik insanı Refik Başaran’ın öyküsünü de katar. Aydınlanmaya giden yolun nerelerden geçtiğini, bu uğurda yapılabilecekleri/yapılanları anlatmaya, göstermeye çalışır, Baykurt.
1921 doğumlu Mustafa Gözelgöz’ün kitap sevgisi bir aydınlanma çabasına dönüşür: “Cahilliği yok edecek ilaç bilim değil mi? Evet bilim. İşte o da kitapların içindedir. Cahilliği ancak okumakla yenebiliriz. Karanlığı okuyup öğrenmekle, kafayı ışıklandırmakla yenebiliriz.”
İlçedeki kitaplık memurluğu sırasında köylüye kitabı ulaştırmak ister. Bunun için de bir yol bulur: “İki sandık yaptırır üçer gözlü. Doldur kitapları sandıklara, sür eşeği köylere! Böyle böyle köylüleri okumaya alıştır. Önce kendin götür köylere kitapları; sonra eşeği bir hizmetliye ver, o götürüp dağıtsın On beş gün sonra gidip dağıttığı kitapları geri alsın. Almaya giderken yenilerini götürsün; yani birlikte götürelim!”
Baykurt, Güzelgöz’ün, ileride övgü ve engellerle karşılaştığı bu serüvenini bu serüvenini anlatır. Eşekli Kütüphaneci, Baykurt’un yazarlığının, tıpkı Oğuz Atay’ın Eylembilim’de beliren yanı gibi, düşünce insanı/aydın-yazar kimliğinin bir manifestosudur. Dostluk, sevgi, bağlanma, eğitim, inanç, aydınlık bir gelecek gibi kavramlara bakışını yansıtan bir roman.
Baykurt, ait olduğu yeri bilen, tanıyan, tanımlayan; çağdaş sanatçı tavrını her dem koruyan biri. O, bağlanmanın yazarıdır. Sözün eylem olduğu bilinciyle yazar. Anadolu insanının gerçeğine bakar. Onun Anadolu aydınlanmacısı kimliği; ait olduğu yere, coğrafyaya, dil ve kültür iklimine bakışı/katkısıyla her dem öne geçmiş, edebiyat ortamımızda etkin olmuştur.
Baykurt, bu aydınlanma özlemini, Eşekli Kütüphaneci’nin her bir satırına yansıtmıştır: “Yurdumuzda aydınlığa karşı güçlü bir direnme vardır. Bunlar ortaya Atatürk gibi güçlü adamlar çıkınca, sinsi sinsi yatıp uyur görünse de, buldukları ilk fırsatta başlarını deliklerinden çıkarırlar. Anlattım: Halkevleri’ni, Halkodaları’nı öyle kolayca kapatıverdiler! Hele Köy Enstitüleri’ni.. Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç’u düşünüyorum. O büyük adama kan kusturdular.”
***
Atay ve Baykurt; toplumun dinamiğine bakışları; aydının buradaki yeri/konumunu yansıtışları; toplumun çağdaşlaşma yolunun nereden/nerelerden geçtiğini göstermeleri ilginçtir. İkisi de inanmış, bağlanmış yazarlardı. Bir kentin, diğeri kırsal kesimin insanını yazdı. Her ikisi de toplumsal yapıdaki değişimin bu insanların dünyalarına yansılarını anlattılar. Toplumun azgelişmişlik serüveninde tutunamayan insan, bir türlü çağdaşlaşamayan ‘sistem’ iç içe nasıl gelişerek, ayrışarak, çatışarak akıyordu... Bunu anlatıp, gösterdiler.
Edebiyat estetiği açısından her iki yazarı da önemli bulurum. Baykurt’un Atay’dan farklı diğer bir yanı, Türkçeyi, sözcükleri adeta seviştirerek kullanmasıdır. Atay’ın böylesi bir çabası, kaygısı yoktur. Dil konusunda özensizdir, Atay. Yalnızca roman estetiği açısından yeni arayışlara yönelmiş, bu açıdan modern roman yazma tavrını baştan belirlemiştir. Baykurt, sürekli önünü açmış; yazdıklarında toplumun nabzını tutmaya çalışmıştır. Atay da, bu nabzın sanrılı yanlarına, çözülmeye, çatlamaya bakmıştır.
Her ikisinin de değişimi yakaladığı, hayata ve insana buradan baktıklarını söyleyebiliriz.
*Eşekli Kütüphaneci, Fakir baykurt, 2000, Adam Yay., 144 s.
**Eylembilim, Oğuz Atay, 1998,
İletişim Yay., 114 s.
***Günlük, Oğuz Atay, s. 246, 1987