Bir güneşli gecenin 11 Kasım sabahında

4 Kasım’da yola çıktık. Mardin, Diyarbakır, Siirt, Tillo, Aktaş, Pervari… Ankara…

Sonra bize tekrar yol göründü. Ertesi sabah erkenden Antalya, Alanya, Gazipaşa…

10 Kasım’da Akdeniz Üniversitesi öğrencileriyle birlikteydik.11 Kasım’da Alanyalı ve Gazipaşalılarla kahvaltıda önümüzdeki görevleri konuştuk.

Akdeniz Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu’na “Cumhuriyetin Yeni Yüzyılında Atatürk” başlıklı bir konuşma yapmak üzere çağrılıydık.

İlk önce Edebiyat Fakültesi’nin değerli Dekanı Prof. Dr. Mustafa Öztürk hocamızı ziyaret ettik. Hocasına, dekanına bak öğrencisini al derler mi bilmiyorum. Ama bu da bir gerçektir. ADT danışman hocamız Yrd. Doç. Kudret Akpınar gerçi diyor ki, benim işim çok kolay. O da bir gerçek.

Amfiyi dolduran gençlerimiz insana nasıl bir umut veriyor, bilseniz.

DİZLERİ TUTMAYAN DEDE MİSİNİZ

Oysa bir 10 Kasım’da Dolmabahçe’de küçük bir çocuğa mikrofon tutmuşlardı.

Çocuk başladı ağlamaya...

“Ben Atatürk’ü çok seviyorum… çok seviyorum… çok özlüyorum…”

Neden?

Çünkü Atatürk ölmüş. Artık yok. Getiremez. Atatürk yeniden gelemez.

Ya da yaşlı nineler… dizlerini dövenler… Ah Atatürk olsa…

Türkçemizde bir söz vardır. Çok sevmem ama bir yanıyla gerçek. Kocakarılar gibi söylenip durma derler… faydasız… sonuç vermeyen…

Çaresiz.

Biz çaresiz küçük bir çocuk muyuz…

Dizleri tutmayan yaşlı dede miyiz?

KABIMIZA SIĞMIYORUZ

Biz genciz.

Biz Diyarbakır’da, Mardin’de, Siirt’te ve bu salonda… hem de çok gençtik…

Türk milleti genç ve diri.

Yeni bir Cumhuriyet.

Kabına sığmıyor.

Umutlu.

Geleceğe bakıyor.

Hemen önümüzdeki birkaç yıla değil.

Toplantının başlığını gençler ne güzel koymuşlar!

10 Kasım 1938 bir ölüm günü değil.

Görevi devralma günü.

Bir başlangıç.

Her yıl yeni bir başlangıç.

Yeni görevler belirleniyor.

Ant içiliyor.

Hele bu yıl.

Gerçekten Cumhuriyetin Yeni Yüzyılına bakıyoruz.

Hemen önümüzde zorluklar var. Doğru.

Ama biz Atatürk’üz.

Onun ardından doğacak güneşi görüyoruz.

Tıpkı 1920’lerin karanlıklarında olduğu gibi.

YORULSAK DA KOŞARIZ

27 Mart 1937 Cumartesi gecesi Ankara Halkevi'nde bir toplantı vardı. Ankara'da eğitimde bulunan Bursalı gençler bir yurt şenliği yapıyorlar. Celal Bayar da orada. Bayar, bir telgrafla gençlerin Atatürk’e “sonsuz inanç ve itaatlerini ve onun nurlu yolunda yorulmadan Atatürk’e takibe antlarını” bildiriyor.

Çok duygulanan Cumhurbaşkanı sofrada bulunan misafirlerini de alıyor Halkevine gidiyor.

Gençler sevinçten çılgına dönüyor.

Bir süre dil ve tarih üzerine konuşuyorlar.

Sonra Atatürk gençlere şöyle diyor,

“Arkadaşlar, bu gece buradaki toplantınızı ve benim hakkımdaki derin duygularınızı Celâl Bayar çok güzel ve canlı bir ifadeyle bana bildirdi. Bu meyanda dedi ki:

“Siz, genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe ahdetmişsiniz. İşte ben bilhassa bu sözden çok duygulandım.

“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat, arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.

“Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.

“Sizler, yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya yalnız bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum.

“Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. Şimdi, çocuklar, eğleniniz.”

GÜNEŞ DOĞACAK BİZİ ISITACAK GÜÇ VERECEK GÖRÜYORUZ

Bir aralık gençler hep bir ağızdan genç bir kızımızın önderliğinde Gençlik Marşını söylüyorlar:

Dağ başını duman almış

Gümüş dere durmaz akar

Güneş ufuktan şimdi doğar

Yürüyelim arkadaşlar...

Bu marş Atatürk’e bir anısını anımsatıyor.

“Arkadaşlar, ben 1919 senesinde Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı.

“İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Samsun'dan Anadolu içerilerine kırık bir otomobille gidiyordum. Yanımda öteden beri yaverliğimi yapan Salih ve Cevat Abbas'tan biri bulunuyordu. O kırık otomobil Anadolu yollarında ilerlerken ben daima düşünür ve yaverime şimdi sizin terennüm ettiğiniz şarkıyı söyletirdim.

“Ben Türk ufuklarından bir gün mutlak bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvveti bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki bunu adeta gözlerimle görüyordum.

"O şarkıyı okutup tekrar ettirmekten maksadım, Türk’ün bu güneşi doğunca başarılı olacağını anlatmaktı. Bu sebepledir ki demin söylenen şarkı benim 18 senelik bir hatıramı tazeledi. Bu şarkıyı söyletmeye önayak olan genç bayana teşekkür ederim."

Gecenin sonunda Atatürk der ki

“Gençler, benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi taahhüt eden gençer... Hakikaten, Bayar'ın dediği gibi, bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum.”

Bir sigorta.

Yüzyıllık sigorta!

Yorulsa da koşacak, üretecek, buluşlar yapacak, yapıtlar yaratacak genciyle yaşlısıyla, Türküyle Kürdüyle sanatçısıyla, bilim insanıyla, sanayicisiyle, çiftçisiyle müthiş bir milleti var

Gazetedeki haberin son cümlesi şöyledir:

“Türk gençliği Ankara Halkevi'nde güneşli bir gece geçirmiştir.”

Güneşli gece!

Müthiş bir buluş.

Bu yıl gecelerin sonunda doğacak güneş çok daha parlak olacak.

Çünkü şu son beş günde o müthiş kanıtları bir kez daha gördük.

“Vicdanlarımızı dolduran öylesine yüksek ve manevi bir kuvvet” var ki…

“Bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine” güveniniz!

Tıpkı Atatürk gibi.

Mustafa Kemaller o kadar çok ki.

Aşıp gidecekler.

Yürüyelim arkadaşlar!

(Ankara Halkevi'nde Bursalı Gençlere Nutuk, Atatürk’ün Bütün Eserleri, 27 Mart 1937,c.29, s.175-177)