Bir Kadife Mösyö

Ayıp şey biliyorum ama çok eskiden hepsini birbiriyle ilgisiz yedi ayrı roman diye düşünüyordum. Hatta kim bilir ne zaman, bir sahafta görüp aldığım her tarafı yırtık pırtık Guermantes Tarafı’nı, birkaç bölüm okuduktan sonra başka bir kitabın büyüsüne kapılarak (hep öyle olur bende kitaplar) bir köşede unutuvermiştim.
Ortasından bir yerden mevzuya girildiği için doğal olarak ilgimi çekmemiş olacak ya da Necatigil gibi söylersek; bazı kitaplar, bazı yaşları beklerdi diye düşündüm demek ki... Herhalde tamamen yaşla, okurluk deneyimiyle ilgili; yıllar sonra tekrar elime aldığımda, ilk okuyuşumda göremediğim şu cümleye takılmış kalmıştım. İyi bak ey okur: “Belki de her gerçeklik, bizim doğrudan algıladığımızı zannettiğimiz ve görünmeyen, ama etkili fikirler aracılığıyla oluşturduğumuz gerçeklikten aynı derecede farklıydı...”
Macera daha sonra, 2008’in son günleri, yağmur çamur arasında, internette bir şeyler bakınırken yedi ciltlik bu roman dizisiyle karşılaşınca başladı yeniden. Benim o Guermantes Tarafı aslında dizinin üçüncü kitabıymış. Tüm seriye Kayıp Zamanın İzinde deniyormuş. Dünyada yazılıp yazılacak en artistik romanla karşılaşıyordum. 2009’un ilk akşamı, on yıl evvel bundan, ortalıkta kimsecikler yokken, hafif bir sis inmişken bizim sokağa, bahçede yapraklar buğulanmışken, yeni bir tarihe başlamışken, kim bilir kimlerin unuttuğu kayıp bir zamana adım atıyordum. Bu yolun ilk basamağıydı Swann’ların Tarafı.
Serinin ilk kitabında, daha ilk cümle: “Uzun zaman, geceleri erkenden yattım.” Gizli bir şiir arıyordu sanki yazar, yazarken. Anlatıcı, sanki gösterircesine, hayatı boyunca yattığı odaları, uykuya geçişini, o garip sınırı anlatıyordu. Göstergebilimin piri Roland Barthes, romanın bu şekilde, uyku ve uyanıklık arasındaki bir garip evrende açılmasını, tüm serinin ana temasına giriş olarak yorumlayacak, buna zamanın dizilişini sarsmak, diyecekti. Okudukça çarpılıyordum. İnsan romana uyurken değil, uyanırken başlardı, öyle ya, değil mi! Buysa bir uyku sahnesiyle açılıyordu. Bir uyuyamama sahnesiyle...
Yazılmış tüm romanların en büyüklerinden biriyle karşılaştığımı sonradan anlayacaktım. Nasıl ki her devrim, çağında sürüyle itirazla karşılaşmışsa Proust da aynı tavırdan nasibini almıştı. Anlı şanlı Gallimard yayınevinin seçici editörü Andre Gide bile roman eline ulaştığında, süsüne düşkün, her şeyi duyup öğrenmeye meraklı, astımlı, hastalıklı, her daim ateş içinde titreyen, uykusuzluğunu anlatıp duran bu salon adamından edebiyatçı mı olur diyerek, metnin ilk cildini yayımlamayı reddetmişti.
Oysa ben Mösyö Proust ile zaman ve mekân arasında garip bir yolculuğa çıkmıştım. Baharda serinin dördüncü cildi Sodom ve Gomorra’ya girişmiş, sonbaharda Albertine Kayıp’a başlamıştım. Kasım sonunda da son cilt Yakalanan Zaman ile seriyi tamamlamış, her roman bir mimari eserse tarihin bu en kusursuz katedrallerinden birini, her ne kadar mösyö, “yarım kalmış pek çok katedral vardır” dese de gezip dolanarak bütünlüğüne, büyüklüğüne hayran kalmıştım.
Burada değerli çevirmen, müthiş Roza Hakmen’i de anmak gerekiyor. Onun olağanüstü çevirisi olmasaydı, sanırım Proust’u hakkıyla okuyamazdık. Ta 1930’larda Yakup Kadri üstadımız da bu zorlu romanı çevirmeyi denemiş, bir cildi tamamlamış ama sonunu getirememişti. Okuması bunca zor kitabın bir de çevirmesini düşün!
Roman dizisi bittikten sonra Mehmet Rifat’in hazırladığı Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak adlı kitap geçti elime. Edip Cansever, bir tanrısı olmalı hüznün, acının, ayrılığın diyordu ya; tesadüfün de bir tanrısı olmalı belki...
Rifat’in değerli çabasını, iki yönlü ele almak gerek. Yaşarken yazmayan, yazarken de yaşamayan Proust’u hiç okumamış, seriye yeni başlayacaklar kimseler için, başlarına gelecek güzelliği bilsinler diye ön hazırlık; romanı daha önce okumuş olanlar için de anahtar niteliğinde bir kitap bu. Öyle ya, çünkü Kayıp Zamanın İzinde, bir seferde ele alınıp olaylarının akışının heyecanıyla çabucak okunan bir eser değil. Bir başka yaşam gibi size karışarak yeni insanlar, bakışlar, fikirler yaratır hayatınızdan.
Otobüsle işe giderken, daha uykun yeni açılmış; bir gece önce Guermantes Konağı’nda verilen davette Odette’nin şıklığını, Swann’ın söylediklerini, Elstir’in resimlerini düşünmen mümkün. Proust, bu kişiler sanki gerçekte varmış gibi anlatmıştır. Çünkü; “kitap, yazarın, okura o kitabın yardımı olmadan bulamayacağı bir şeyi keşfetme imkânı verdiği bir çeşit enstrümandan başka bir şey değildir.”
Rifat, bu değerli incelemesinde romancıyı birçok özelliğiyle görüyor, romandaki beş yüzü aşkın kişinin içinde ana karakterler diyebileceklerimizle tanıştırıyor okuru. Bu ince adamın yazın macerasının kapısını aralıyor. Kitabın içindeki fotoğraflar tek kelimeyle astımdan çok çekmiş bu kadife Mösyö’nün hayranları için biçilmiş kaftan. Annesi ve abisiyle göründüğü resme dikkat, çok severim...
Özellikle Deleuze’ün Proust açıklamaları, yorumları, Proust’un simgelerine bakışı, romanı okuyanları da okumayanları da etkileyecek. Mösyö’nün hizmetkârı ve dostu Celeste’yi de dinleyin, anlatsın: “Hep kibarca... ‘Sevgili Celeste sizden... şey istesem... çok kısa bir süre içinde bana şunu bulabilir misiniz, beklemesem diyorum,’ [derdi] (çünkü o bekletilmemesi gereken bir adamdı). Gençtim, bunu seve seve yaptım.” Bütünüyle nefis bu kitabın Kaynakça ve Özel Adlar Dizini, akademik çalışmalar için de derde deva.
Sözün kısası, bu pazarı da böyle bağladık; Proust’tu, Rifat’ti, romandı, hayattı, gerçekti, ölümdü, uykuydu... Hepsi de bir belki, hepsi de aynı...