Bir kentin iki yüzü

Hemen hemen her kentin bir meydanı, bir de mutlaka gezilip görülmesi gerekli olan ünlü bir caddesi vardır… Her ikisi de adeta o kentin vitrini gibidir… Şamatacı bir turist güruhu ile bir çırpıda, her bir ayrıntıyı ıskalayarak gezildiğinde size oyalar, dahası büyüler. Sonraları anımsandığında aklınızda hep vitrinlerinden caddeye düşen ışıltılar, renkler, kalabalıklar, kısacası bir çırpıda hayran olduğunuz anlamlı ya da anlamsız görüntüler kalır.

Ama bir kenti gezginci kimliğinizden soyutlanıp keşfetmek için yola çıktığınızda işler biraz değişir, o göz alıcı ışıltılar bir bir sönmeye başlar, gerçek kentin kendisiyle karşı karşıya değil, burun buruna kalırsınız. Kısacası çok değil, yalnızca birkaç adımla kentin iki yüzünü birden görürsünüz.

Her kent böyledir diyemem, ama çoğu da böyledir kentlerin… Örneğin ABD’nin kuzeyindeki her hangi bir kentinin, herhangi bir AVM’sine girdiğinizde değil de bir başka kapıdan çıkmayı denediğinizde sizi bekleyen görüntüler hiç de hoş değildir. İki kapıda, iki farklı bir kentle karşı karşıya kılırsınız. Biri ne denli ışıltılı, dâvetkar ise bir diğeri de o denli itici ve de korkutucudur.

Kentlerin anası İstanbul’un bir çok meydanı ve de caddesi varsa da, hiç kuşku yok ki ilk akla geleni; Taksim Meydanı ile ona eklemlenen eskilerin Cadde-i Kebir, yenilerin ise İstiklal Caddesi dedikleri yerlerdir. Yani İstanbul’un orta yeri… Bir bakıma gözbebeği…19. Yüzyılın ortalarından günümüze değin, değerlerine değer katan en popüler merkezi… Vs…

Oysaki İstiklal caddesine dikine saplanan sokaklardan geçip ona paralel yollara yöneldiğinizde, vitrinlerdeki ışıltılar birden bire sönükleşir, görkemli yapıların üzerindeki yaldızlaransızın dökülüverip, aynı kentin bir başka yönünü keşfedersiniz. Ama ne keşfetmek… Bazen irkilir, bazen tedirgin olur, ama çoğu zaman güvenliğinize yönelik tehditlerden korkuya kapılıp, suçlarcasına kendinizi sorgularsınız. Buralara nasıl düştüm diye…

İşte böyledir büyük kentler… Bir yerde ışıltıların göz kamaştırıp içinde yitip gittiğiniz hoşluklar, diğer yanda yenik düştüğü karartılar… Yalnızca birkaç adımlık uzaklıkla yaşarsınız bir kentin değişimini, ya da görürsünüz iki yüzünü.

Bir cennetidir bu keşiflerin İstiklal Caddesi… Onca kalabalığın içinden sıkılıp da yan sokaklara daldığınızda yalnızca kentin iki yüzünü değil, yaşamın da tüm çeşitlemelerine tanıklık ederseniz. Sanki o sokakların kendine özgü topografyasında yalnızca o kentin değil, tüm Küçük Asya coğrafyanın, insan, meslek, barınak ve de yaşam biçimlerinin anlatılmaz zenginlikteki bir antolojisi çıkar karşınıza… Ya dalar gidersiniz bu bilinmez sokaklara, ya da tedirgin olup kaçarsınız Cadde-i Kebire… Tercih sizin…

Amacım gereksiz bir retorikle bir kenti betimle hevesi değil. Ya da kötüleme hiç değil… Yalnızca bir kentin bir caddesine ilişkin güncel gözlemler… Yabancılara bir sözüm yok. Çünkü onlar caddenin onca kalabalığı içinde iki yana dizilmiş ışıltılı şekerci ve Türk işi lokum dükkanlarından aldıklarıyla ağızlarını tatlandırmanın derdinde… Hani eskilerin; yarar sağlayacak olsam dahi onunla karşılamak istemem, anlamında yineledikleri bir sözü vardır ya, kibarca “Ne şekeri, ne yüzü” -diye… İşte öyle bir şey… Şimdilerde ikisinden de kaçmak için uzaklara gitmeye hiç gerek yok, çünkü onlar yanı başımızda…

Bir kent… Bir cadde… İki yaşam… Kentimizin bu ünlü caddesinde bildik klasik denge bozulmak üzere… Geçmişimizin kurgusunda bir yerlere oturttuğumuz kimi anılar silikleşmek ya da tümüyle silinmek üzere… Bazen ışıltılı caddesi, değişim dönüşüme uğrayan yüzüyle ara sokaklara, kimi zaman da ara sokaklar bilinen yanlarıyla ışıltılı caddeye fena halde benzemeye başladı…

Meydan kendisini kurtarır gibi oldu ama, Cadde-i Kebir bir başka alemde…