Bir kez daha "Düşünüyorum"

Pazar Yazıları (Gendaş, 2002) adlı kitabımı, 12 yıl sonra, bir başkasının kaleminden çıkmış gibi yeniden okuyorum. Okudukça tüylerim ürperiyor. Kitapta yer alan "Düşünüyorum" başlıklı yazı 23 Eylül 2001 tarihli Hürriyet Pazar'da yayınlanmış.

Yazılarının, kitaplarının dil, biçim ve içerik olarak eskimemesi yazara büyük gurur verir ama bununla birlikte yazıyı okudukça içimde bir daralma, derin bir bunalım da hissediyorum.

Okuyalım:

***

Düşünüyorum: Çok partili rejime geçtiğimizden bu yana, tam 51 yıldır, anayasalarımız neden hep bunalım dönemlerinden sonra olağanüstü meclisler tarafından değiştirildi? Olağan dönemlerde, partiler neden kendi aralarında anlaşamıyorlar, neden gerçekten demokratik ülkelerin anayasalarını örnek alıp bizim anayasamızı oluşturmak için uzlaşamıyorlar?

Düşünüyorum: Bazı partiler neden sadece devrim yasalarının dayanağı olan Anayasa maddelerinin değiştirilmesiyle ilgileniyorlar?

Düşünüyorum: 1950'ye kadar dünya standartlarına uygun öğretim yapan eğitim kurumlarımız, bu tarihten sonra neden özel bir programla, bile bile yozlaştırıldı?

Düşünüyorum: Avrupa Birliği'nin ev sahipleri, Türkiye'nin demokratikleşmesini, insan haklarına saygılı bir ülke olmasını bu ülkenin insanlarından daha fazla mı istiyorlar? Öyleyse, Türkiye'ye karşı neden hoyrat, neden sadikçe davranıyorlar?

Düşünüyorum: Demokrasi standartlarını kendi iradesiyle oluşturmak yeteneğinden yoksun bir insan yığışımı mı bizim toplumumuz? Değilsek, neden siyasal partilerimiz ve politikacılarımız gereken çabayı ve yapıcı iradeyi gösteremiyorlar? Yoksa, çağdaş ve demokratik bir Anayasa ve yasalar hazırlamak için bir ortaklık ekseninde birleşemiyorlar mı? Yoksa yeni bir askerî makjayı mı tercih ediyorlar?

Düşünüyorum: Türkiye'nin demokratikleşmesi, insan haklarına saygılı bir ülke olmasıyla ilgilenen; Avrupa Birliği'ne girişini Kıbrıs'ta Enosis'in gerçekleşmesine ve özerk ya da bağımsız Kürdistan projesine bağlayan Avrupa Birliği, neden Türkiye'nin sınaî ve ekonomik sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak için parmağını oynatmıyor. Yoksa AB'nin ekonomik gelişimini tamamlamamış bir ülkenin gerçekten demokratikleşebileceği konusunda bizim bilmediğimiz bir tezi mi var?

Düşünüyorum: "Milli Görüş"ün partileri Cumhuriyet'in laik anayasasını içtenlikle kabul edip evrensel demokrasinin kurallarına içtenlikle uyacaklar mı? "İktidar olmak" ile "egemen olmak" arasındaki derin farkı anlayıp ne zaman halkın egemenliğine saygı gösterecekler?

Düşünüyorum: Temmuz ayında Abdullah Gül ile görüşen Erbakan Hoca, Milli Görüş hareketinin bölünmemesi konusunda telkinde bulunarak, "Lidere itaat farzdır!" demişti (Sabah, 5 Temmuz 2001). "Farz", Kur'an'da yer alan değişmez ve kesin Tanrı buyruğu olduğuna göre: Bir lider olarak Erbakan Hoca bir "Şeyh" midir? Erbakan Hoca tarafından uyarılmasına karşın Tanrı buyruğunu dinlemeyip günaha giren Abdullah Gül ne zaman çarpılacak?

Düşünüyorum: "Demokrasi için demokrasi", "İnsan hakları için insan hakları" savunuculuğu yaparken Cumhuriyeti suçlayanlar acaba ne istiyorlar? "Toplum için demokrasi" yerine "kendisi için demokrasi", "İnsan için insan hakları " yerine "kendisi için insan hakları" safsatasını savunanların amaçları ne? Devletini sevmemenin, içinde yaşadığı toplumu horgörmenin uygarlık, çağdaşlık ve demokrasi ile doğrudan ilişkisi ne? Yoksa bu türden ruhsal ve zihinsel sapmalar "Ana karnına haklı düşmek kompleksiyle mi ilgili? Her zaman, her yerde ve her koşulda "Haklı" olanlar acaba Tanrı ile bir sözleşme mi imzaladılar?

***

Gene düşünüyorum: Bir ülkenin sanayi, ticaret ve bankacılık sektörleri, belediyeleri, bürokrasisi bunca "Ham hum şalaropçu"yu nasıl üretiyor, türetiyor, yetiştiriyor, yaşatıyor? Her kapalı kapının, her kilitli sandığın, her taşın altında bir köşe dönmeci vatansever mi var!?

Düşünüyorum: Bakanlığında hortumcu ve vurguncu olduğu iddiası üzerine kendince derin bir araştırma yapıp, "Allah'tan Marksist çıktılar!" diyerek bizi ferahlatan ve ardından istifa ederek ülkücülüğünü kanıtlayan bakan acaba mizah yazan olabilir mi?

Düşünüyorum: Bir Bakan kendi bakanlığını ihbar ediyor: "En büyük yolsuzluk sosyal güvenlikte" diyor. Ama kimse ilgilenmiyor. Bu ilgisizlik durumunu, yolsuzluğun faillerinin işçi emeklileri olmasına bağlayanlar var. Bir yoksul yolsuzluk yapsa ne kadar yapar? Cirmi kadar yer yakar! Ama, 12 milyon dolayında SSK ve BAĞKUR emeklisinin yaklaşık 400 bini sahte evrakla emekli olmuş. Yaptıkları küçük yolsuzlukların toplamı 1 katrilyon lirayı buluyormuş.

Düşünüyorum: Vurguncu ve soygunculara alışıp kendisi de yozlaşan seçmen-halk gerçekten namuslu partilere ve politikacılara oy verir mi? "Komşuda pişer, bize de düşer!" savsözünü yalancı çıkartmak ister mi? Kim kimi yozlaştırdı, halk mı politikacıları politikacılar mı halkı?

Düşünüyorum: Osmanlı-Türk toplumsal geleneğinin köklü bir kurumu olan "Rüşvet" genetik bir yazgı mıdır?]

***

Okuduğunuz yazı yayınlandığında, AKP'nin 14 Ağustos 2001'de kurulmasının üzerinden 21 gün geçmiş. Bu perspektif içinde derinlemesine bir durum muhasebesi yapılıyor. Ve geleceğe dair haberler veriyor:

1. Erbakan Hoca, biat ve itaat isteyen bir şeyh (otokrat) olduğuna göre, R.T. Erdoğan da aynı yoldan gidecektir. O olmazsa Abdullah Gül var.

2. Vurguncu ve soygunculara alışıp kendisi de yozlaşan seçmen-halk gerçekten namuslu partilere ve politikacılara oy vermiyor. "Komşuda pişer, bize de düşer!" savsözünü yalancı çıkartmak istemiyor. Bunu çocukluğundan itibaren bilen AKP, 2002'de yarım pabuçla geldiği iktidarda 13 yılda Karun olmuştur.

3. Osmanlı-Türk toplumsal geleneğinin köklü bir kurumu olan "Rüşvet", İslamcı ve sağcı kesimde genetik bir alışkanlıktır.

4. Yolsuzluk yapanlar için, "Allah'tan Marksist çıktılar" diye avunan bakan meğer Koray Aydın imiş. SHP döneminde, İstanbul Belediyesi'nde İSKİ'de yapılan küçük bir yolsuzluk, solcularda yolsuzluk yapmak alışkanlık olmadığı için, asla unutulmaz. Ama AKP'nin İslamcı ahlakı fili, deveyi, gergedanı, zürafayı yutmaya cevaz ve fetva verir.