Bir kuru kaysı
Kahvenin önünde ayaküstü laflıyoruz, dile kolay, elli yıl öncesinden ilkokul arkadaşım, geçmiş günlere dair hatıra, anı laflıyoruz.
Ne konuşacağız, çoluk çocuk, geçim derdi, elli yıl kavga, dövüş, didiş bağ-kur maaşına teslim ol.
İlkokulda, yerli malı haftası kutlanırdı, aklımdan hiç çıkmadı, gözlerimin önünden elli yıl hiç gitmedi, dedi.
Benim de...
Hatırlamaz mıyım, zengin çocukların sıraları üstünde muzlar, portakallar, hurmalar...
Koca sınıfta yalnız yuvalı yetim çocuklarla bizim önümüzde iki kuru fındık...
Biz yaşlandıkça o iki kuru fındık büyüdü büyüdü, yoksulluğun anısı sanki bir ömrü tıka basa doldurdu.
Geldik altmış yaşına önümüzde hala iki kuru fındık.
Boşver bunları, dedim, darbeyi atlattık ya, sen ona bak.
Hatırlıyor musun? Neyi, dedim.
Trabzonspor maçlarına giremeyince arkada yüksek tepeye çıkar oradan kuşbakışı seyrederdik, hani, askeriyenin olduğu tepe...
Hatırladım, yüksek tepeden karınca gibi küçük stadı seyrederken, ardımızda askeri bando takımı yavaş adımlarla cenaze marşını talim ederdi.
Trabzonspor gol atardı, sevinemezdik, cenaze marşı çalıyor.
Maç başlıyor, cenaze marşı talim ediliyor; maç bitiyor, cenaze marşı...
Çocukken daha mı çok içine işliyor insanın içine cenaze marşı, o mızıkalar inceliyor inceliyor...
Ve Trabzon bir gol daha atıyor, bütün şehir sevinçle ayağa fırlamış...
Biz ağır tören adımlarıyla yürüyen bando takımının yanında, gıkımız çıkmıyor, ah o mızıkaların incelttiği yerden tepeden kuru bir ot gibi çöp gibi düşeceğiz.
Gooool sesi tepelerde yankılanıyor, biz ağır bir kasvet içinde ağladık ağlayacağız.
Hatırlamaz mıyım?
O gün bugün hayatla, toplumla bir türlü ‘senkron’u tutturamadık.
Balyoz davası, bir yüksek subay ordudan atılmış, maaşı kesilmiş, elde yok ayakta yok.
Mahkeme, duruşma salonu pazar yeri gibi analar, babalar, çocuklar...
Tribünden sanık yerine indim, sesler anlaşılmıyor güç bela konuşuyoruz, kulağımı dayadım.
Daha geçen sene, dedi, doğuda dağda çatışmadayız, yirmi dört saat kursağımızdan bir şey geçmemiş...
Yorgunluktan uykusuzluktan öleceğiz, birliğe döndük, sekiz kişiyiz, silahları bırakmadan, dolaplara torbalara hücum ettik, yiyecek bir şey var mı?
O dolabı aç yok, bu torbaya bak, yok, bir dilim ekmek yok.
Çuvalları karıştırırken dibinde bir kuru soğan bulduk.
Moral dibe vurmuş, sekiz askerin önünde bir kuru soğan, dağda çatışmanın ortasında yıkılmayan sekiz asker o kuru soğanın önünde dizlerimiz üstüne çöktük.
Tam o sırada erlerden biri, radyoyu açtı...
Mahzuni Şerif söylüyor: ‘Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, kuruuu soğğğaaanaa...’
O cesur kahraman askerler daha demin nasıl korkusuzca çatışmanın içindeydiler, şimdi radyonun önünde ağlayan ağlayana.
‘Çözüm masaları kurulmuş Diyarbakır meydanında bayram ediyorlar, aklım hep o kuru soğanda.
Cemaat savcıları bizi tutuklamış, aklım hep o kuru soğanda.
Biz tutuklandıkça gazeteler bir seviniyorlar bir seviniyorlar, anlayamadım.
Tutuklu subayın konuşmasına ben devam ettim:
‘Senkronu’ bir türlü tutturamadık...
*
Daha geçen hafta, Lozan mı Sevr mi diye ülke tartışmaktan kırılıyor, manşetler ekranlar birbirine girmiş, Cumhuriyet kıyılıyor.
Bir okuyucum, e-mail attı, eski bir yazımda geçen bir hikayemi hatırlattı.
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’yla birlikte girdik, bizden de bir birlik Almanya sınırı Galiçya’ya savaşmaya gitti.
Galiçya cephesi üzerine pek hatıra yoktur, sahafta bir anı kitabı buldum, dikkatimi çekti, ayak üstü orada okudum.
*
Askerlerimiz ne zaman eşyaları içinde memleket hatırası bir şey görse, türkü uzun hava dalıp kederlenip gidiyormuş.
Komutan, askerlere, memleketi Anadolu’yu hatırlayıp üzülmesinler diye, yanlarında getirdikleri mendiline kadar yün çoraplarına kadar özel eşyaların göz önünden kaldırılmasını emrediyor.
Savaşın ortasında, bir gün, yorgun argın birliğe dönüyorlar, laflamaya şakaya üstlerini başlarını toparlamaya dermanları yok.
Askerlerden biri, dolabını açarken, torbasının dibinde, bir kuru kaysı...
Bir kuru kaysı bir felaket, bir yıldırım gibi düşüyor dolaptan.
Askerlerin hepsi koşup ‘kuru kaysının’ etrafında toplanıp donakalıyorlar, Anadolu işte çıkıp gelmiş ayaklarına.
Uzun uzun kuru kaysıya bakıp, sessizliğe dalıyorlar.
Telgrafsız mektupsuz memleket bir uzun hava gibi ciğerlerini zehriyle ısırıyor...
*
Oysa Alman cephesi yemekler zengin, tayın sağlam, istihkak bol, çeşitli...
Askerler kuru kaysıya bakıp bakıp gözyaşları yanaklarından köylerinin derelerine boşalıyor.
Kuru kaysı, memleketin ta kendisi...
O kuru kaysı, uğruna gavur topraklarında öldükleri vatanın fotoğrafı.
*
Okuyucum, sorunca, hatırlamaz mıyım dedim o kuru kaysıyı.
Ama şimdi bir yazının içindeyim, sonra bakarım...
Zihnim dağıldı, ben şimdi hangi yazının içindeyim, Sevr-Lozan bir şeyler karalıyorum, tabakhaneye bok mu yetiştiriyoruz.
Dağıldı aklım, yine neyi yazıyorum?
Köşe yazarları ekranlar harıl harıl iç-dış politika yorumluyorlar.
Havalı havalı yorumlar, ateşli analizler, her bir köşe yazarı bilgi deposu zeka küpü...
Aynı meslektenim, yazarım, benim de bir şey yazmam lazım, hah dedim, yazının ortasında, ama öyle donakaldım, yazdığım yazıyı bir daha toparlayamadım.
Elim klavyeye varmıyor, gerçeğim başka, başka bir duygudayım.
Yazdığım yazıyı unuttum, önüme, iki kuru fındık bir kuru soğan çıkıp memleket kadar büyük kocaman gözleriyle gelip kuruldu, yaşlandıkça insan, bu fotoğraf büyüdükçe büyüyor, içine sığmaz büyük bir dert oluyor.
Bir yokluk kavgası, hala bir vatan hasreti.
Hala önümde duruyor annemin fotoğrafı.
*
1966 mı, 67 mi çıkartamadım, Varto depremi olmuş, yakınlarımız kalkıp Trabzon’a geldi.
Eski komşularını gören annem sevinçten çılgına döndü, misafirlerini ağırlamak için mutfağa koştu.
O dolabı aç yok, bu dolaba bak, yok.
Suratı düştü, neşesi gitti...
Elinde bir kara tava, içine bir yumurta...
Kırdı yumurtayı, utana sıkıla mahcup önlerine sürdü.
Kara tavanın siyahı suratına sindi, helaya kaçıp ağlamaya başladı.
Depreme ağlamadığını biliyordum...
Türkiye Musul’a giriyormuş, OHAL yasakları. CHP’nin içler acısı rezil hali.
Ben neyi yazıyordum, zihnim yine takıldı.
ODA TV’den on arkadaşım içeri alınmış.
Can havliyle kavga dövüş ODA TV’yi birkaç arkadaş ayakta tutmaya çalışıyoruz.
Her yer kesilmiş, her yer susmuş, her yer tükenmiş...
Su faturası ödenmemiş kesilmiş, telefon faturasına güç yok, dolmuşa bineceksin...
Bozuk paranın biri düştü, yuvarlandı yuvarlandı yuvarlandı ayaklar altında bir çıt sesi kayboldu.
Bu para eksik diye milletin içinde bana bağırıyor şöför.
Bir daha arayayım eğilip koltuk altlarına başımı sokuyorum.
Arka koltukta bir kadın aaa Nihat Genç deyip telefonu uzatmış selfi telaşı içinde...
*
Hangi birini yazsam, hayatın senkronu tutmuyor...
Gerçeğimiz başka hasretim başka hatıram başka...
Memleketin başına sardıkları dert başka...
Bizim derdimiz başka...