Bir müzeyi açarken bir diğerini yok etmek
Hani kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimi vardır ya, inanın tam bize göre… Yapmak ile bozmak arasındaki o hassas dengeyi bir türlü tutturamıyoruz. Kimi zaman yaparken bırakın bozmayı tümüyle de yok ediyoruz. İnanmayanlar onlarca değil, abartmıyorum, restore edilen –daha doğrusu edilmek istenen- yüzlerce tarihi eserin son haline bir baksın, inanın eskisiyle yenisi arasında bırakın yedi benzeri, bir tekini bile bulamazsınız...
Her bir şey giderek kitch’leşiyor… Ya da günümüzdeki uygulamalarında gördüğümüz gibi moda olan bir söylemle “milli” “ya da “ “yerli” olan her bir şeyden uzaklaşıp, kaçıyor, paranın satın alabileceği her bir zevksizliği, değerinin çok üzerindeki bir değeri harcayarak yapmış gibi oluyoruz.
İki sorun şu; ya bir şeyi yaparken bozuyor, ya da birini yaparken, diğerini yok ediyoruz. Son aylarda birkaç müzenin hazırlıklar oluyor. Sanıyorum yeni yıla kadar ikisi de açılarak hizmete sokulacak. Elbette ki bir kentin büyüklüğü müzelerin nicel ve niteliksel özellikleriyle doğru orantılıdır. Bir kentin yalnızca geçmişini değil, geleceğini de görmek için müzelerinin bu özelliklerine bakmak yeterlidir. İstanbul’un bu konudaki karne notunu öğrenmek için, Avrupa ülkeleriyle karşılaştırmak yeterlidir.
Burada küçük bir parantez açıp orta yaşlarda olan Alitair McAlpine ile Cathy Giangrande adlı İngiliz çiftin bütün dünyayı gezerek oluşturdukları “The Essentıam Gudide To Collectıbles” adlı çalışmalarından söz edeceğim. Bol resimli 640 sayfalık bu eserde Avrupa ve ABD’deki irili ufaklı tüm müzelerin pek ayrıntılı olmasa da herkesin ilgi ve merak edeceği bilgileri içeriyor. Kitapta Topkapı Müzesi de yer alıyor, ama onun yanında akla hayale gelmeyecek nesnellerin koleksiyonlarından oluşacak küçük müzeler de bulunuyor. Çalışma bir rehber olmasına karşın, yol göstermekten daha çok bu şaşırtıcı zenginliği ortaya koymayı amaçlıyor. Bol fotoğraflı sayfalarının arasında dolaştığınız zaman ufak bir dünya turuna çıkmış gibi oluyorsunuz. Yalnızca nerde, neyin müzesi olduğunu değil, onun yanında da nelerin müzesi olabileceğini de görebiliyorsunuz.
Parantezi burada kapattıktan sonra kaldığımız yerden devam edebiliriz. Bizim coğrafyamızın yer üstü ile altındaki zenginliği ile müzelerimizin nicel ve niteliksel yanlar kıyaslandığında ne yazık ki olumlu bir şeyler söylemek mümkün değil. Çok kötü değiliz ama, iyi de hiç sayılmayız.
Bu durumda olmamızın nedenlerini sıralayacak değilim. Ama bir tanesi var ki onu söylemeden geçemeyiz. Ülkemizin hangi kentinde bir müze açarsak açalım –istisnaların kaideyi bozmayacağını bir yere koyarak- mutlaka bir başka müzeyi de bozmak, eksiltmek zorunda kalıyoruz. Yani eskisinden alıp, yenisine taşıyoruz. Baştan sona yenisini bir türlü kuramıyoruz. Bu ister tarihi obje olsun, ister kitap –belge, ister alet edevat hiç değişmiyor. Var olan bir müzeyi çok az bir maliyete büyütüp çağdaş bir konuma getireceğimiz yerde, onun on misline yeni bir müze yapıp, içini eskisinden sözüm ona ödünç alıp- hatta eskisini boşaltıp, ya da ortadan kaldırıp, ya da etkisiz hale getirip- yenisine taşıyoruz.
Bir diğer önemli sorun ise; resmi ve çoğunlukla da özel müzelerimizin giderek bizden olandan uzaklaşıp, asıllarından çok suretleri içerdiği, hoş ama içlerinin boş olarak gözüktüğüdür.
Müze konusunda gariplikler bu kadarla da kalmıyor, bir yandan müze açmaya çalışıyor, diğer yandan da kimi önemli müzeleri müzelikten soyutluyoruz. Ya da müze olabilecek bir çok tarihi, önemli yapıyı müze yapacak yerde, ilgisiz, kendi özünden soyutlayarak -ya da unutturarak- başka kimliklere süründürüyoruz…
Sanıyorum gelecekte bizim olduğu iddia edilip de, bizden olmayan eserlerin yer aldığı yeni (!) ama bizlere “milli” ve de “yerli” olarak yutturulmaya çalışılan müzelerle bol bol karşılaşacağız.
Ne diyelim, belki de geleceğin müzeciliği böyle bir şeydir.