Bir orta gelir mi yoksa karlılık tuzağı mı? - 1

Yakın tarihli bir yazımda Brezilyalı Marksist iktisatçılar Adalmir Antonio Marquetti, Alessandro Miebach ve Henrique Morrone'nin yeni ve önemli bir kitabını incelemiştim. Bir yandan teknik değişim, kâr oranı ve sermaye birikimine, diğer yandan da kurumsal değişime (yani politikalar ve hükümetler) dayanan bir ekonomik kalkınma modeli önerdiler. Bu iki faktör bir araya getirilerek arayı kapatma ya da geride kalma dinamikleri açıklanabilir.

Gerçek şu ki, 21. yüzyılda Küresel Güney olarak adlandırılan, yani Küresel Kuzey'in gelişmiş kapitalist ekonomilerinin dışında kalan yoksul çevre ülkelerinin ve nüfuslarının neredeyse tamamı için arayı kapatma gerçekleşmiyor. Bu gerçeklik ana akım ekonomistler ve özellikle de IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ekonomistleri tarafından sıklıkla inkar edilmektedir.

Bu nedenle Dünya Bankası'nın son Dünya Kalkınma Raporu'nda Küresel Güney ekonomilerinin çoğunun kişi başına düşen gelir ya da işgücü verimliliği açısından gelişmiş kapitalist ekonomilerle aralarındaki farkı kapatamadıklarını itiraf etmesi şaşırtıcı olmuştur. Banka geçmişte, Sahraaltı Afrika'da olduğu gibi çok yoksul ve çaresiz bir yoksulluk içinde sıkışıp kalmış pek çok ülke olduğunu kabul ediyordu.

Ancak Banka'nın ekonomistleri, 'orta gelirli ekonomiler' olarak adlandırdığı, kişi başına yıllık geliri 1,136 ila 13,845 dolar arasında değişen ülkeler için genellikle daha iyimser olmuştur (pek orta diyemeyebilirsiniz, ancak şimdilik bunu geçelim). Dünya Bankası son raporunda, "orta gelirli" olarak sınıflandırdığı 108 ülkenin geleceğine daha kötümser bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bu ülkeler küresel ekonomik faaliyetlerin yaklaşık yüzde 40'ını, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanların yüzde 60'ından fazlasını ve küresel karbondioksit (CO2) emisyonlarının yüzde 60'ından fazlasını oluşturmaktadır.

Dünya Bankası bunu böyle ifade ediyor: "Orta gelirli ülkeler zamana karşı bir yarış içindeler. Birçoğu 1990'lardan bu yana düşük gelir düzeyinden kurtulma ve aşırı yoksulluğu ortadan kaldırma konusunda yeterince başarılı oldu ve bu da son otuz yılın kalkınma açısından harika geçtiğine dair genel bir algıya yol açtı. Ancak bunun nedeni, dünyanın üçte ikisinden fazlasının günde bir dolardan daha az bir gelirle yaşadığı bir dönemin kalıntıları olan son derece düşük beklentilerdir.

Orta gelirli 108 ülkenin hedefi önümüzdeki yirmi ya da otuz yıl içinde yüksek gelir statüsüne ulaşmaktır. Bu hedef açısından değerlendirildiğinde ise durum iç karartıcıdır: 1990'dan bu yana yüksek gelir statüsüne geçen 34 orta gelirli ekonominin toplam nüfusu 250 milyondan, yani Pakistan'ın nüfusundan daha azdır."

ORTALAMA GELİRİN DÜŞÜŞÜ

Bu orta gelirli ülkelerdeki yıllık ortalama gelir artışı bu yüzyılın ilk yirmi yılında neredeyse üçte bir oranında düşmüştür - 2000'li yıllarda yüzde 5 iken 2010'lu yıllarda yüzde 3,5'e gerilemiştir. Dünya Bankası şu sonuca varıyor: "Orta gelirli ülkeler her zamankinden daha güçlü rüzgarlarla karşı karşıya olduğu için yakın zamanda bir geri dönüş mümkün görünmüyor.

Bu ülkeler, bilginin orta gelirli ülkelere yayılmasını yavaşlatabilecek artan jeopolitik gerilimler ve korumacılık, borç yükümlülüklerini yerine getirmede karşılaşılan güçlükler ve iklim değişikliği ile iklim eyleminin getirdiği ek ekonomik ve mali maliyetlerle mücadele etmektedir."

Gerçekten de öyle. Ama bunun için kim suçlanmalı? Son yüzyılda Güney'den milyarlarca kar, faiz, rant ve kaynak çıkaran; küresel ısınmaya en fazla katkıda bulunan (yukarıdaki tabloya bakınız) ve Güney'in kontrolü için ya da kendi çıkarlarına karşı çıkan ülkelere karşı savaşlar yürüten Kuzey'in emperyalist ülkeleri. Marksist ve sosyalist ekonomistlerin son çalışmaları bu emperyalist çıkarımın boyutlarını ortaya koymuştur. Guglielmo Carchedi ve ben bunu burada yaptık; Ricci burada; ve Jason Hickel burada, Tsoulfidis vb.

KAR ORANI TUZAĞI

Bu durum Dünya Bankası tarafından göz ardı edilmektedir. Aradaki farkın kapatılamamasının açıklaması, orta gelirli ülkelerin doğru kalkınma stratejisini benimsememiş olmalarına bağlanıyor. Gördüğünüz gibi, bu ülkeler sermaye stoku oluşturmaya çok uzun süre bel bağladılar ve bu da azalan getiri sağlamaya başladı.

Dünya Bankası ekonomistleri, neoklasik iktisat diliyle, "tek başına faktör birikiminin, sermayenin marjinal üretkenliği azaldıkça doğal bir olay olan sonuçları giderek kötüleştireceğini" düşünüyorlar.

Adalmir Marquetti bunu şöyle ifade ediyor:

"Evet, Dünya Bankası ekonomistleri sermayenin marjinal verimliliğinin, yani neoklasik gelenekteki kar oranının, 'yetişme' sürecinde sermaye birikimi nedeniyle düştüğünü kabul ediyor. Ancak sermaye birikimi ve yatırımlardaki düşüşün ana belirleyicisi düşen kar oranıdır. Sorun, kar oranının Birleşik Devletler seviyesine emek verimliliğinden çok daha hızlı yaklaşmasıdır. Esasen orta gelir tuzağı bir kar oranı tuzağıdır.”

Gulglielmo Carchedi ve ben 21. Yüzyılda Kapitalizm adlı kitabımızda (s211-213) aynı sonuca ulaştık:

"Kapitalist bir ekonomide düşük karlılık verimlilik artışıyla çatışır." Marksist terimlerle ifade edecek olursak, bu ülkeler sanayileşmeye çalıştıkça sermaye-emek oranı yükselecek ve emeğin verimliliği de artacaktır. Emeğin üretkenliği “lider ülkeler”dekinden daha hızlı artarsa, arayı kapatma gerçekleşecektir. Ancak, sermayenin karlılığı daha hızlı düşme eğiliminde olacak ve bu da nihayetinde emek verimliliğindeki artışı yavaşlatacaktır.

"Guglielmo Carchedi ve benim ortak bir çalışmamızda, Marksist kategorileri kullanarak, “hakim ülkelerin” karlılığının, sermayenin daha düşük organik bileşimi nedeniyle emperyalist ülkelerden daha yüksek başladığını bulduk ama "hakim ülkelerin karlılığı, emperyalist ülkelerden sürekli olarak daha yüksek olsa da, emperyalist bloktan daha fazla düşmektedir."

TAKLİT VE İNOVASYON

Kârlılık tuzağının farkına varan Dünya Bankası, neoklasik ekonomi formatında, orta gelirli ekonomilerin Küresel Kuzey'den daha iyi teknolojiyi aşılayacağı ve ardından özel firmalar tarafından inovasyona ilham vereceği bir kalkınma çözümü önermektedir.

"Birincisinde, yatırım infüzyon ile tamamlanır, böylece ülkeler (öncelikle düşük-orta gelirli ülkeler) modern teknolojileri taklit etmeye ve yaymaya odaklanır. İkincisinde ise yatırım ve infüzyon karışımına inovasyon eklenir, böylece ülkeler (öncelikle üst-orta gelirli ülkeler) küresel teknolojilere değer katmak için yerel yetenekler geliştirmeye odaklanır ve nihayetinde kendileri de inovasyoncu olurlar. Genel olarak, orta gelirli ülkeler orta gelir statüsüne doğru ilerlerken ekonomik büyümenin üç itici gücünün (yatırım, infüzyon ve inovasyon) karışımını yeniden ayarlamalıdır."

Gördüğünüz gibi Marks yanılıyordu: bu orta gelirli ülkeler sürekli yoksulluğa ve emperyalist ekonomiler tarafından kontrol edilmeye mahkum değillerdi ya da "piyasa temelli ekonomiler, kapitalizmin yerini komünizm alana kadar artan bir servet yoğunlaşmasıyla delik deşik olacak ve krizlerle boğuşacaktı."

Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter 1942'de Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eserinde kapitalist çıkış yolunu gösterdi: 'yaratıcı yıkım'. Krizlerden restorasyon ve büyüme çıkabilir. Evet, kapitalizmin krizleri acı vericidir ama aynı zamanda refah için gerekli koşulları da yaratırlar.

Dünya Bankası ekonomistleri, "neredeyse bir asır sonra, Schumpeter'in görüşlerinin birçoğu doğrulanmış gibi görünüyor" sonucuna varıyor. Peki, yoksul ülkelerin (pardon 'orta gelirli ülkelerin') büyük çoğunluğunun göreli yoksulluk içinde sıkışıp kaldığını açıkladıktan sonra bu sonucu neye dayandırıyorlar? Görünüşe göre yolu gösteren birkaç ülke vaka çalışmasına başvuruyorlar.

HİÇ DARBEDEN BAHSETMİYORLAR

Latin Amerika'da Şili var. Dünya Bankası bize Şili'nin 2012 yılında yüksek gelir statüsüne ulaşan ilk Latin Amerika ülkesi olduğunu söylüyor. "Şili, madenciliğin ihracatının yaklaşık beşte dördünü oluşturduğu 1960'lardan bu yana ihracatını büyüttü ve çeşitlendirdi. Bu pay şimdi yaklaşık yarı yarıya. Gelişmiş ekonomilerden yapılan bilgi transferleri hem kamu hem de özel kuruluşlar tarafından desteklenmiştir."

Aslında, daha sonra daha iyi teknoloji ve çeşitlendirilmiş ihracat için ana itici güç olarak kamu yatırımlarına atıfta bulunmaya devam ediyor; kamu Şili İhracatı Teşvik Ajansı (ProChile) ve yerli girişimler için teknoloji transferini teşvik eden kar amacı gütmeyen Fundacion Chile aracılığıyla.

Dünya Bankası, Şili'de 1973 yılında Pinochet tarafından gerçekleştirilen ve Sosyalist Allende hükümetini şiddet kullanarak ortadan kaldıran ve on binlerce kişinin ölümüne yol açarak işgücünün daha fazla sömürülmesine zemin hazırlayan korkunç askeri darbeden hiç bahsetmemektedir.

İronik bir şekilde, Şili'nin 1951'den 1973'e kadar ortalama reel GSYİH büyüme oranı yılda yüzde 4,3 iken, Pinochet ve onu izleyen kapitalizm yanlısı hükümetlerden sonra bu oran yılda yüzde 4,1 olmuştur. Emek gelirlerinin bastırılmasına rağmen, Şili'nin sermaye üzerindeki kar oranı 1980'lerin başında en düşük seviyeye indi, ardından neo-liberal toparlanma döneminde yükseldi (diğer birçok ülkede olduğu gibi), ancak küresel mali çöküş ve Büyük Durgunluk'tan bu yana (başka yerlerde olduğu gibi) düşüşte. Yani kapitalist bir başarı hikayesi yok.