Bir salgından, bir salgına…

Geçmiş zaman İstanbul’unun gündelik yaşamına ilişkin tüm olay ve durumlarını, kendine özgü ironik bir üslupla öyküleştiren yazar-çizerlerin arasında Sadri Sema da önemli bir yer tutar. Özellikle de bu yazarın; 1955-1956 yıllarında Vakit gazetesinde neşredilmiş “İstibdatta İstanbul” ve “Meşrutiyette İstanbul” adlarındaki iki tefrikasında –ki bunlar daha sonra Eski İstanbul Hatırları adında kitaplaştırılmıştır- II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet dönemlerinde İmparatorluk başkentinde yaşanan çeşitli siyasi ve sosyal olaylar ile bu olayların insanlar üzerindeki etkilerinden söz edilir. Sadri Sema’nın bu yazılarında geçmişin İstanbul’una ilişkin neler yoktur ki… Dahiliye Mektubi Kalemi’nden, zamparalara, Süleyman Paşa’dan, Tersaneli Şükrü’ye, Plevne Marşı’ndan, Hanımlara mahsus gazeteye kadar her bir şey…

Sadri Sema’nın sözü edilen kitabında yer alan yazılardan biri de, 1870 yılında Rusya’da patlak veren, çok geçmeden İstanbul’a ulaşıp önce 15 bin kişinin, altı yıl sonrasında ise, 7 bin kişinin ölümüne neden olan kolera salgınıdır.

Yazar bu konuyu işlediği yazısına “İstanbul benim çocukluğumdan evvel korkunç bir kolera salgın geçirmiş. Adına “Büyük Kolera” derlerdi…” diye başlayıp, ardından da “anlatırlardı büyükler zaman zaman. Bu koleralı cenazeyi götüren sekiz on kişiden beş, altısı yollarda düşüp ölür, cenazeyle beraber onlar da gömülürmüş…” diyerek devam eder.

Amacım; yaşanan bir salgının üzerine, yaşanıp da çok gerilerde kalan bir başka salgını eklemleyerek korku ve tedirginliği katlamak değil, aksine, aralarında oldukça büyük bir zaman farkı olan iki salgının bu coğrafyadaki ortak yazgısına – ya da benzerliklerine- değinmek.

Yazar önce, salgının beraberinde getirdiği yasaklarla, seyrine ilişkin şu bilgileri verir: “Patlıcan, domates, salatalık, bamya, incir, kavun, şu, bu menedildi. Gazetelerle her gün koleraya tutulanlarla tedavi altına alınanların ve ölenlerin sayıları ilan edilmeye başlandı. Şu kadar musâp (hastalanan kişi), bu kadar vefeyat (ölümler)

Bir evde hastalık var; kolera teşhisi kondu mu, evin içi ve dışı asit fenikle , kireçle kefenlenir, kapısı kilitlenir ve kapının önüne bir polis dikilir; ev halkı kimseyle temas etmeyecek. Güzel ama polis efendi orada günlerce geceli, gündüzlü ayakta duramaz a! Hastalıklı evden bir sandalye alır, evin kapısına geçer, oturur, çile doldurur; ona bu iskemleden kolera mikrobu geçmezdi; Hikmet-i Hüdâ !.

Ee, evdekiler günlerce , haftalarca hapis. Nasıl bunalmıyorlar diyeceksiniz. Nasıl dayanıyorlar bu azaba diyeceksiniz.

Onların da keyifleri tamamdı. İstanbul’un hele kenar mahallelerin, Üsküdar evlerinin hepsi ahşap; çoğunun yanları , arkaları bahçe. Bahçeler ise çürük çarık tahta perdelerle çevrili. Kapıda polis bekleyedursun, Evdekiler bahçelerden, tahta perdelerin aralıklarından komşulara geçerler, komşular da onlara gelir. Şen, şatır zaman geçirirler. Hatta komşuları evlerinden sokağa bile çıkarlar, çarşıdan pazardan istediklerini alırlar, yine komşu evlerinden , bahçelerinden evceğizlerine dönerlerdi.”

Yazar 1870 ile 1876’daki kolera salgınını özet olarak böyle anlatır. Bu arada alınan tedbirlerle dalga geçmeyi de ihmal etmeyerek, özetlemeye çalıştığım yazısını şöyle noktalar:

“Kolera için yapılan ve alınan tedbirler devede kulak şeylerdi. Halk önceleri korkudan ne yapacağın şaşırmıştı. Aylar geçtikçe kendini toparladı. İstediğini buldu, bulduğunu yerdi. Kordona, Kağıthane ve Yalova sefalarına bile çıktı ve hastalık da bu işe şaşıp kaldı ve İstanbul’dan çıkıp gitti…”

Kim demiş Şark’ta hiçbir şey değişmez, hep aynı kalır diye…

***

Not: İçinde yaşadığımız günlerle koşutluk kurmak isteyenler için; Serap Yılmaz’ın çevirisiyle Daniel Panzac’ın “Osmanlı İmparatorluğu’nda VEBA (1700-1850), Türk Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1997, çalışması ilginç olabilir…

Yazıda sözü edilen kitap. Sadri Sema “Eski İstanbul Hatıraları (haz: Ali Şükrü Çoruk). Kitapevi, İstanbul 2002.