Bir Tel Kopar...

Dinde zorlama yok tamam da zorunlu din dersi yerine günü gelince okullarda çocuklarımız kafalarına ve kalplerine insanlığı nakşedecek İlyada ve Odysseia’dan, şair Homeros’tan sorumlu tutulursa yozluğun değil insanlığın yaprağı yeşerecektir. Goethe ne demişti, her öğreti az çok puslu ama ağacın yaprağı nasıl da yeşil...

Tarihin iki büyük evrensel şiiriyle aynı toprakta ayaklarımız! Memleket, bizi biz eden ortak hikâyeler demektir! Üstelik Homeros’u bilen çocuğun ufku açılır, ferahlar yüreği, gözündeki perde dalgalanır, farklı bakar toprağına, hayata. Alabildiğine insandır bu iki büyük şiir.

Okumak, her daim yeniden okumak olduğundan bu iki şiir sadece çocukken değil, yetişkinlikte de hatmedilmeli. Bizde malum, böyle kitaplar rağbet görmediğinden kimi insanımız olgunlaşamaz hiç...

Odysseia’dan söz açayım. Destan bir şahika, İsa’nın doğumundan sekiz yüz yıl önce, Truva’nın düşüşünden dört yüz yıl sonra söylenmiş (çok sonra yazılacak, yazı yok henüz). Savaştan sonra Odysseus evine dönecek. Adamımızı aşk belasına yedi yıl esir eden su perisi Calypso, tanrıça Athena, kindar tanrı Poseidon ve daha birçok macerayı içeren büyük yolculuk hikâyesi şiir. Yolculuk, bir bakıma tüm büyük edebiyatın kurucu miti. İnsanın, Tanrı eliyle dünyaya atılışı bile yolculuk hikâyesi. Lolita’dan İnce Memet’e dek tüm büyük edebiyat, yolculuk...

Destanın yirminci şarkısına gel! Adamımız, yıllar sonra yurdu İthaka’ya döner, önce oğlu Telemakhos’a kavuşur, gerekli planları yaparlar. Sarayına ve karısına sahip çıkmaya çalışan “talipliler” ile savaşacaktır. Burada göze çarpan dört dize: “Görüntülerle dolu bakın, evin önü ve avlusu / Yol almış giderler Erebos’un karanlıklarına doğru / Gökyüzünde güneş söndü sönecek / Kapkara bir sis kaplamada ortalığı...”

Gökyüzünde güneş söndü sönecek, demiş İzmirli Homeros, neden... İşte bu neden sorusu için döner dünya. Meraksız, hayata karşı iştahsız olanın bilim ve sanatla ilişkisi sınırlı. Şairin niçin bu dizeyi söylediğini bilim, sanata el verince, şair değil bilimci gibi bakınca anlıyoruz. Prof. Marcelo Magnasco ve Arjantin Plata Astronomik Gözlemevi’nden Constantino Baikouzis bizim yerimize bakmış, çalışıp şiirden ipucu derlemiş.

Homeros, taliplerin öldürülmesinden altı gün önce adamımızın şafak yıldızıyla döndüğünü yazmış, gün doğumunda beliren Venüs’ü kastediyor; memleketine bir ay daha erken yelken açması antik Yunanlar tarafından yön bulmada kullanılan Çoban ve Ülker takımyıldızlarının ikisinin birden şafakta belirdikleri zamana denk düşüyor. İki bilimci, taliplilerin katliamından bir gün önce, gökyüzünde, tam güneş tutulmasının şartı olan yeni ayın bulunduğunu belirtiyor. Homeros, bu olayın otuz üç gün öncesinde Tanrı Hermes diye tasvir ettiği Merkür gezegeninin, şafakta en üst noktada ve yörüngesinin batı ucunda olduğunu belirtmiş. Tüm bunların ışığında bilimciler adamımızın eve döndüğü tarihi MÖ 16 Nisan 1178 olarak belirliyor, o gün güneş tutulmuş olabilir!

Gündüzü geceye çeviren tutulmayı, şair adamımızın eve dönüşünü imlemek için kullanmış, bu yüzden de “gökyüzünde güneş söndü sönecek” demiş. Çünkü tutulma öncesi sıcaklık birden düşer, rüzgârın yönü değişir (yani hava dönmüştür, talipliler gidicidir), hayvanlar huzursuzlanır (çöküş başlamıştır) ve insan suretleri gecenin ışığında ölü yüzlerince sönüp derinleşir (kahramanımız ailesine göz dikenlerden hesap soracaktır).

Bilimci Magnasco gibi bakmadım hiç Homeros’a. Sözü geçen dizenin, duruma uygun şık bir imge olduğu düşünülebilir fakat o kadar da analitik değilim. Şiirde hep bir telin titreştiğini duymak isterim. Yahya Kemal “bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir” der; o teli önemserim. Kim bilir, Homeros belki de “gökyüzünde güneş söndü sönecek” değil, “gün düştü, düşecek” demiş fakat çeviride iş değişmişti. Hep varsayım, her şey puslu... İnsanlığın cevheri, en kalıcısı... Goethe’ye dön, her öğreti puslu ama yaprak ne canlı yeşil!