Biraz serinlemek için

Dört bir tarafımızdaki yangınların cennet köşelerimizi bir bakıma cehenneme döndürüp, yaz ayları sıcağının küresel ısınmayla şahlanıp, içten ve dıştan bizleri kavurduğu şu günlerde ne yazılabilir ki? Ya da içimizi acıtan ya da yaygın bir sözcükle ciğerlerimizi de yakıp kavuran yangınlar üzerine söylenmedik ne kaldı ki?

İnanın; laf olsun, köşem dolsun diye, kültür-sanat üzerine bir şeyler karalamak içimden hiç ama hiç gelmiyor. Yangınlar hakkında söz edilmedik ne kaldı ki?

Biz yine, yaşanılan acılardan biraz olsun uzaklaşarak – buna kaçmak da diyebilirsiniz- geçmişe duyulan özleme sığınıp, biraz olsun serinlemek için bu coğrafyadaki denize girme alışkanlığının geçmişinde kısa bir gezinti yapalım.

Ülkemizde denize girme alışkanlığının 19. yüzyılın başlarında yaygınlaştığı varsayılır. Ama bu dönemden önce, nadir de olsa denizle insanın yüzme-serinleme eylemini ortaya koyan kimi belgelere de rastlanılmıştır. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da kendine özgü o tatlı üslubuyla Evliya Çelebi imdadımıza yetişir. Salacak sahiliyle Kağıthane Deresi boyunu anlatırken cümle dilberan mahi temmuzda deryada çimerler. Mukaşşer badam (kabuğu soyulmamış badem) gül pembe misal vücudi nazeninlerin nilgün (kırmızı) ibrişim futalara (peştemallere) sarub mahiler gibi gavvaslık iderler…” der. Evliya Çelebi’nin bu betimlemesinden daha 17. yüzyılda denize girildiğini, mayoların atasının da tıpkı çarşı hamamlarındaki gibi peştemallerin olduğunu anlarız.

19. yüzyıla ilişkin görsel kaynakların başında minyatür, gravür, resim, illüstrasyon, fotoğraf ve kartpostallar gelir. Bu görsel kaynaklar sistematik bir şekilde tarandığında bir kaç örnek dışında insanla denizin örtüştüğü, ya da insanların denize girdiği görüntülere rastlamak neredeyse olanaksızdır. İstanbul’a ilişkin binlerce gravür içerisinde yalnızca üç tanesinde denize giren insana rastlanmıştır. Miss Pardeo’nun Beauties of the Bosphorus kitabında William H. Bartlett’in çizdiği bir gravürde Üsküdar ile Salacak arasında denizde atını serinleten bir kişiye, Allom’un çizdiği Constantınople adlı bir diğer eserde de yine aynı yöreye ait iki gravürde denizde yüzenlere yer verilmiştir.

Refik Halid, Abdülaziz dönemindeki Cadı Bostanı’nı (Caddebostan) anlatırken “Lakin, mevsim yaza da rastlasa denize girmek kimsenin aklına gelmez” der. O dönemlerde denize girmek yalnızca balıkçı, kayıkçı, tulumbacı makulesiyle bir de gemi tayfaları ve bahriyelilerin işidir. Sonra da yazar, biraz şaşkınlık biraz da ironi ile sanki günümüzdeki durumu kastederek: Nasıl da hastalanmazlar? Şaşılacak şey! der.

Fikret Adil, deniz hamamlarını konu alan bir yazısında “Vücudunu güneşe verip yakmak ayıptı” der. Çünkü o dönemde denize girmek, sağlıklı olmanın ötesinde, hastalanmanın, pek revaçta olmayan esmerleşmenin, kısacası avamlığın, sıradanlığın ayıp sayılan bir eylemidir.

Osmanlı ile deniz arasındaki yabancılaşma yalnızca dinsel ve de toplumsal alanlarla sınırlandırılmıştı. O dönemin yaygın olan inanışa göre, deniz suyunun insan bedenindeki olumsuz etkilerinden kaynaklanan sağlık nedenleri de vardı. Halk için bir çeşit sağlıksızlık kaynağı olan deniz suyu, ne var ki, saray çevresi için bunun tam aksi, kullanılması gerekli olan bir ilaç gibiydi. Öyle ki; on iki yaşında bir kaza geçiren Abdülhamid’in iyileşmesi için. Doktorun tavsiyesiyle, deniz banyosu yapması gerekiyordu.

Hekimlerin tavsiyesiyle denizin kimi rahatsızlıkları iyileştirici bir sağlık kaynağı olduğu keşfedilip de zorunlu denize girme eylemi başlayınca böylesine bir gereksinme sonucu deniz hamamları da açılmaya, giderek çoğalmaya başladı.

Deniz hamamlarıyla birlikte yüzme mevsimi halkın deyimiyle “karpuz suya düştüğü zaman” olarak belirlenirdi. “Yani karpuz çıkıp da harcıalem olup çürükleri denize atıldığı zaman soğuk alıp üşümek, sam yelinden vücudun lekelenme tehlikesi” ortadan kalktıktan sonra. Deniz mevsimi ise üzüm küfelerinin ortaya çıkması yani üzüm satan satıcıların sokaklarda gezinmesiyle son bulurdu.

Evet… Bazen gündelik yaşamın yakıcılığından uzaklaşıp nostaljiye sığınmak fena olmuyor. Kaçamayanlar için ise, sözün bittiği yerdeyiz…