Birisizlik

Zaman burçlarında gezinen biri olduğumu söyleyebilirim. Geçişlerde, gitmelerde, dönüşlerde, dönüşümlerde...

Yazmak için giden birinin başka bir yolu, yordamı da yok.

Bir yaşam sergerdesi olmak adına yola çıkışlar değildir her adımda yaşadığım.

Hazcı bir toplum olalı beri de görüp eylediğim; tüketerek, bırakarak ve yıkarak yaşamak. Bundan nasıl sakınabilirimi bana yazı, yazıyı da yolculuklarım öğretti. Tıpkı sevmelerim gibi.

Stendhal vari bir yazar ki şunu diyor: “Yapıtlarım sevdiğim kadınlardan sonra gelir.”

Bu bir göze almak itirafı değil, yaşama inancı/bağlanışıdır.

İnsanın insansızlığı mümkün mü? Yani birisizlik...

Seven insan, sevmeyi bilen insan, eş arama derdinde olamaz hiçbir zaman; o, ruh arkadaşlığının, yaşama uyumunun peşindedir daha çok. Hazcılığı bundan ayırmak gerek. Yaşama enerjisini burada bulabilir yazan/yaratan insan. Hazcılık tehlikeli/tüketicidir.

O nedenle derim ki size, şu kitabı açıp okuyun: “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik” (Julia Kristeva/Philippe Sollers)

Gidin bu iki insanın dünyasına. Oradaki kafa/yaşama denkliğinin neleri içerdiğini görün. Ve dönün bir de kendi hayatınıza, ilişkinize, birisizliğinize bakın.

GUTENBERG’İN HATIRLATTIĞI KİTABA TUTSAK MIYIZ?

Karşımdaki kutu yığınlarına baktığımda ürktüm bir ânda! Bunları bir evden başka eve taşıyan genç adam:

“Abi, kitaplar yordu” demişti.

“Okusaydınız daha çok yorulurdunuz ama” demiştim ona.

Evet, okumak yorar. Taşımaktansa, kitap biriktirmek daha çok yorar.

Dönüp yaşadığım mekânlara baktım, kitaplarla örülü bir evren. Bir yerden bir yere kıpırdadığınızda bunların bakımının da ne denli zor olduğunu anlıyorsunuz.

Ayıklamaya karar vermemle birlikte, Gutenberg’in bize sunduğu evrenin hayatımıza kattığı anlam kadar giderek bunun nasıl zorlaştığını düşündüm. Kitaba dokunarak okumayı sevmemle birlikte; dijital kitabın kurtarıcılığına, hafifliğine sığınmanın kaçınılmazlığını da düşünmeye başladığımı söylemeliyim.

Bunu görsel iletişim çağının bir zorunluluğu/dayatması olarak da görmüyorum.

Bu hız çağında evimi bir kir kütüphaneye dönüştürmekten vazgeçiyorum.

Nicedir çalışma konularım/alanlarım ekseninde oluşturduğum kitaplığımı minimal kılarak çalışmaya yönelince, yeni bir mekâna geçmek kaçınılmazdı.

Uzunca süre ekranda yazan birinin ekranda okumaya yönelmesi de kaçınılmaz!

Gene de el altı kitaplarım, butik kitaplarım, vazgeçemediklerim, anası olanlar çevremde hep. Okuyup notlar aldığım, bende anısı, izi, beklentisi olanlar da öyle.

Kitaptan vazgeçmek için değil, kitapla ilgili yeni alışkanlıklar edinmek için yeni bir kitaplık kurmaya kararlıyım.

GÜNE YAZILAN

‘Günlük’ü güne yazılan sözler olarak tanımlarım.

Gün içinden gelen/biriken her şeyin yazıda uç vermesidir günlük.

Eğer yazmayı bir uğraş edinmişseniz, günlük tutmak işinizi kolaylaştırır.

Okurken, gezerken, düşünürken, insandan insana giderken günün sözlerinin nasıl biriktiğini size tuttuğunuz günlükler gösterir.

Yıllar önce “Günü Gününe” adını vererek günceler yazmaya başladım. Ama yazınsal uğraşım yoğunlaşırken, “Okurken/Yazarken”i de ekledim buna. Bu da, beni, “hatıra” yazarcasına günlük tutmaktan uzaklaştırıp, yazdıklarımı “günce” olarak adlandırmamı sağladı. Çünkü günlüklerim çok özel ama “günce”m okura da açık yazınsal bir alan.

Yani, “günlük” tutulan, kendin için yazılandır. “Günce” okunan, dışa dönüktür.

Günlük’te “ben”in bakışı/yorumu/yaşadıkları egemendir. Oysa güncenizi daha melez bir anlatı kılabilirsiniz. Alıntılar, anlatım biçimleriyle zenginleştirmeniz mümkün.

Yazdıklarımdan hiç dönmemek için “günce” tutmayı yazınsal uğraşımın başat öğesi kılmışıdır. Çünkü bana aynadır da her dem.