Bizim Neşet (3) -(TAMAMI)

Ankara’da, Park Oteli’ndeki görüşmemizde, bizim gecekondumuzda ilk tanışmamızla başladım söze, “İkimizin de kapkara saçları vardı, kaşlarımızın üstünden başlardı,” dedim, güldü. Ona çocukluğumda babasından ya da Çekiç Ali’den dinlediğim kaybolup gitmiş bozlaklardan birini sordum, “Yata yata yanım belim çürüdü/Gün doğuşu yatan karlar eridi” diye devam eden bir ağıt. Anımsayamadı.

“Üstadım, romanınızı yazmak isterim sizin,” dedim.

“Ben bundan sonra romanı ne yapayım Kemal Bey?” dedi. Şaşırdım doğrusu.

“Sizinle ilgili kitaplar yazıldı, ne güzel, okunuyor,” dedim. Aldığım ikinci yanıt daha da şaşırttı beni:

“Biliyor musunuz ben o kitapları okumadım bile,” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Gerçekten okumadığını sonra Can Dündar da yazdı.

“Benim ölüme ilgi gösterdiler,” diye devam etti sözlerine. “Bu konserlere de hiç istemeden çıkıyorum, kıramıyorum insanları. Bundan sonra konser de vermeyeceğim.” Kitaplar da getirmiştim onun için, kendi hakkında yazılanı bile okumamış birine hangi kitabımı imzalayabilirdim ki? Toprak Kovgunları, Çürük Kapı, Bir Başka Şehir büyük kentlerdeki Kırşehirlileri anlattığım kitaplarım. Hepsini bir tarafa bıraktım, birkaç arkadaşla birlikte hazırladığımız Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünü aldım elime.

“Sizin torunlarınız vardı değil mi,” dedim.

“Var, yurtdışındalar.”

“Türkçeyi öğreniyorlar mı?”

“Öğreniyorlar, öğrenmelerini de çok istiyorum ben!” dedi.

“Bu sözlük işlerine yarar, bunu imzalamak isterim size, “ dedim.

“İmzalayın, çok iyi olur, torunlarımın işine yarar, Almanya’ya gönderirim,” dedi. “Gırtlağında fırtınalar kopan adam...” diye bir şeyler yazarak imzaladım. Aldı, ithaf yazısını okudu, kalın sözlüğü biraz karıştırdı, “Bunu Almanya’ya mutlaka göndereceğim, torunlarımın Türkçeyi iyi öğrenmelerini istiyorum, çok iyi oldu getirdiğiniz,” dedi. Kendini anlatan kitaplara bile yüz vermeyen adam, ayrı bir ilgiyle aldı Türkçe Sözlük’ü eline, torunları için.

Torunlarının Türkçeyi iyi öğrenmelerini istiyordu.

Konuşmalarından anladım ki, önemli bir sağlık sorunu var, kurtuluşu zor bir hastalığın elinde, ama kendisiyle ilgili öyle bir rüzgâr esiyor ki, yaşlı, yorgun ve hasta halinde bu rüzgârın önünde nasıl duracağını bilemiyor, her konsere çıkışında, bitirmeliyim bu işi, diye de düşünüyor. Son zamanlarının bu duygularla geçtiğini anladım sözlerinden.

Sonra konserine beklediğini söyledi, “Geleceğim,” dedim, ayrıldım yanından. Park Oteli’nin loş koridorlarından inerken düşünüyordum: Yıllar önce, onu en iyi günlerinde tanıdığımda çok gençtim, lise öğrencisiydim, evimizde iki gün kimi ağırladığımızı anlayamamıştım; yıllar sonraysa o yaşlıydı, hastaydı, hakkında yazılan kitapları bile artık okumuyordu ya da önemsemiyordu.