Bob Dylan’ın kafası giyotinde mi?
Nobel Ödülleri’ni dağıtan İsveç Akademisi’nin kararı, akademi sekreteri Sara Danils tarafından şöyle açıklandı: “Bugüne kadar hiç kimse, eserlerinde [John Milton ve William Blake’in yanı sıra] Rimbaud ve Fransız modernizminden bile etkiler gözlemlenebilen ve tüm bu mirası özgün bir biçimde aynı potada eritebilen Bob Dylan’ın yaptığını yapamamıştır.”
Bu, postmodernizmin sanata çizdiği ufuktur. Bütün postmodern söylem, içgüdüleri aklın faşizminden kurtarma, uygar yaşamı barbarlık aşısıyla gençleştirme tutkusu ve art niyetinden gelişir. Dada ve gerçeküstücülerle uç verip Deleuze’de tepe noktasına varan bu yönelim, postmodernizmle birlikte, yaşamı ortalık yerde kirleten döküntüleri sanatsal hüner saymanın son numarasıdır.
VANDALLAR VE SKANDALLAR
Gerçekte Dylan’ın Rimbaud’dan ne aldığı ve şiire ne kattığı tartışması gizemli bir hiçten ibarettir. “Yeraltı Sılacılarının Türküsü”nde, her fırsatta yan cebini uzattığı skandallardan sakınmayı öğütler, Vandallardan yakınır.
Zaten şiir ve şarkıları tepeden tırnağa sızlanmadır. Kimileyin tepinme ve çığlığa varan yakarılar, ateş dansıyla cezbeye tutulmuş ilkel insanın hıçkırıklı duygular içinde boğuluşunu andıran sesler, gerçekte, yakındığı şeylerin anaforunu oluşturur. Bütün bu özellikleriyle, Rimbaud’nun yanı sıra örnek aldığı Ginsberg’i bile, Howl (Uluma) şiirinde olduğu gibi, kendine özendirir.
Peki, Beat kuşağının bu en gözde şair şarkıcısı bir şarlatan mıdır, palyaço mu?
O HEPİMİZİ ALDATTI
Bob Dylan’la kısa bir süre arkadaşlık eden ve onu sahnede, “özür tanımaz sevimliliğiyle genç bir dada kralı rollerinde” izleyen John Baez -68 Kuşağı’nın Che Guevara’dan sonraki bu en gözde adı-, tam 50 yıl önceki bu konser izlenimini şöyle anlatmıştı: “O hepimizi aldattı. Daha çok da kendini... Karanlıkta uğraşan beş anonim müzisyenle, parlak ışıklar altındaki elektrikli mikrofona haykıran tuhaf bir yalancıydı. Ve onun kızgınlığını ve orkestranın seslerini dinleyip sözcükleri, yalvarışları, saçmalıkları, inkârları işittim. Az kalsın bunlar arasında boğuluyordum.”
DÜBÜRÜNÜ DİNAMİTLE SEN
Bob Dylan, o yıllardaki notlarından birinde Batı dünyasına ilişkin şunları saptıyor: “Herkes sanki bir yerden kapı dışarı edilmişti, dışarda çözüm yoktu ve hiçbir anlamda da yapacak bir şey yoktu. Savaş sonrası Amerika hâlâ askerî üniforma içindeydi. Mc Carthy, komünistler ve ahlakçılar arasında kapana kısılmış gibiydiniz.” Bu belirleme, varoluşçuların anlamda saçmadan öte bir değer göremedikleri yılları çok güzel özetler. Bob Dylan, burada “aptalca” yitip gitmek yerine, hiç kimsenin olmadığı bir kuyrukta işe koyulur ve yakalar. Kendinin habercisi bir kalender olarak durmadan sayıklar: “Orda kimsecikler yok / Hepsi çekip gittiler /.../ Bir haber getirmiştim / Döndüm gerisin geri.”
Bir şiirinde annesine şöyle sesleniyor:
Aklımdan geçenler
Okunup görüntülenseydi eğer
Giderdi kafam giyotine
Ama sen dert etme anne
Yaşam sonunda zaten
Götürmüyor mu insanı oraya
Hakçası Dylan, ömrünün aydınlığını ölüm karanlığıyla giyotine uzatma cesaretini ne şiirlerinde ne yaşamında gösterebildi, Bukowski tarzı bir döküntü marjinal olmaya da yeltenmedi. ABD atom bombasıyla övünürken, “al da kıçına sok onu Amerika” demiş ve barış için uluyan arkadaşlarıyla demiryolunu ulaşıma kapatmıştı Ginsberg. Bizdeki madalya kara sevdalılarının emperyalistlere diyemediğini, bakalım Dylan, “dübürünü dinamitle sen madalya ve kronlarınla!” diyerek İsveç’in yüzüne haykırabilecek mi? Gerçek şu ki, ne Nobel kurtarabilir başını bu giyotinden, ne Bob Dylan...