Böyle kaleciler de vardı
Bedii Yazıcı. Bu isim genç kuşak için belki bir anlam taşımaz ama bizim kuşakta uçan kaleci Cihat Arman ile birlikte Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi kalecilerinden idi. Sonraları Fenerbahçe Kulüp Başkanı oldu. Bu değerli kaleci altyapıdan yetişmişti. Karakteri ve davranışları ile tam bir sporcu görüntüsü vardı. Ama onun kafasında çok iyi futbolcu olmak yerine donanımı çok iyi bir insan olmak vardı. İdealleri değişikti. Futbolu ikinci sıraya almıştı. Önce sigortacılık tahsili yaptı. Ondan sonra da Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek bu meslekte kendini geliştirdi. Türkiye’ye döndükten sonra da Milli Reasürans’ın Genel Müdürü oldu.
Kuvvetli fiziğinin yanı sıra suplex’i de iyiydi. Üstelik de mangal gibi yüreği vardı. Onu ampullerle ışıklandırılan Taksim Stadı’nda seyredenler hatırlar. Beşiktaşlı Baba Hakkı, Galatasaraylı Katır Cemil gibi sert futbolcular, kale çizgisi içinde Bedii ile çarpıştıkları zaman peynir gibi dağılırlardı. Keşke bugünküler onu görseydi de kale çizgisi içinde bir kalecinin nasıl davranacağını öğrenselerdi. Ne var ki bu büyük futbolcu hastalanıp sahalardan ayrıldı. Sonra 1939 yılında tekrar döndü sahalara. Ancak Galatasaray’a 4-0 yenildikleri bir maçta çok üzüldü ve ondan sonra da futbolu bıraktı.
Çok ilginç, Bedii Yazıcı 1953 yılında Fenerbahçe’ye Başkan seçildi. Zengin filan değildi. Siyasetle de hiç ilgisi yoktu. Güzel giyinir, ağzındaki purosu ile İngiliz asilzadelerine benzerdi. Herkese saygı gösterir, kendini de saydırırdı. Futbolu bıraktıktan sonra Fenerbahçe’nin hiçbir toplantısına gelmedi. Cumhuriyet gazetesinde yazı yazdığım dönemlerde yazılarımda bulduğu yanlışları bana telefonla söylerdi. Son günlerinde evini ziyaret ettim. Bugünküler gibi kapısının önünde ne BMW ne Maserati ne de Alfa Romeo gibi lüks otomobiller vardı. Evinin içinde de lüks yoktu. Ama buna karşılık çalışma odası kitaplarla doluydu. Belli ki kafası doluydu. Masasının üstünde ise mesleği ile ilgili çeşitli yerli ve yabancı yayınlar göze çarpıyordu.
İşte Bedii Yazıcı bu yapısıyla hem futbolda hem de kulüp başkanlığında temininde güçlük çekilen bir insandı. Ülkemizdeki bir yönü ile bu tür topluma mal olmuş insanların özelliklerinin zaman zaman hatırlanması, anılması ve örnek alınması gerektiğini düşünüyor ve yeri geldikçe futbol alanındakilerden örnekler vermeye çalışıyorum. Böylelikle hem onların hatırasını anmış hem de değer yargılarını bugüne taşımış oluyorum.
SİYASİLER KULÜPLERE KULÜPLER DE SİYASİLERE MUHTAÇ
Fenerbahçe Saracoğlu Stadı’nın yanındaki “Kenan Evren Lisesi” yüzünden Fenerbahçe Kulübü ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında bir çekişme var. Mal mülk alım ve satımı konusunda pek bilgi sahibi değilim. Merak da etmem, okumam da. İlgi alanıma girmez. Bu nedenle bu hususta Aziz Yıldırım’ın yaptığı açıklamanın yorumunu yapmıyorum. Ukalalık yapmamak ve çizmeden yukarı çıkmamak için. Yalnız Yıldırım’ın bir cümlesi beni çok düşündürdü. “Fenerbahçe siyasetüstüdür” diyor. Demek ki bu işte bir siyaset varmış. Oysa hepimizin bildiği gibi spora, camiye ve kışlaya siyaset girmez. Acaba gerçekten böyle mi? Bana göre; siyasetçiler her devirde kulüplere, kulüpler de siyasetçilere muhtaçtır. Bu ilişki şimdiye kadar hiç değişmedi, bundan sonra da değişir mi? Bilmiyorum. Aziz Yıldırım’ın dediği gibi yalnızca Fenerbahçe’nin siyasetüstü olması yeterli midir? Tabii ki hayır. Bütün takımların siyasetüstü olması gerekir. Fenerbahçe’ye gelen Şükrü Saracoğlu, Agah Erozan, Medeni Berk, Osman Kavrakoğlu, Orhan Ergüder, Galatasaray’a gelen Sadık Giz, Suphi Batur, Ali Tanrıyar, Beşiktaş’a gelen Talat Asal ve Vefa’ya gelen Enver Abiral... Bu siyasi isimleri herkes bilir. Bu insanlar, kulüplerin başına dört kol pişpirik oynasın diye mi getirildi? 1960 yılında Vatan Cephesi’ne geçen Fenerbahçeli yöneticilerin isimleri, radyodan açıklanmadı mı? Talat Asal, Ali Şen ile beni federasyonda 2. kez görev aldığında bize birtakım kulplar takarak ambargo koymadı mı? Ne yazık ki Türkiye’de bu işler böyle devam edip gidiyor.
TEKNİK DİREKTÖRLERİN YAPRAK DÖKÜMÜ ZAMANI
Süper Lig’in sonu geldi. Teknik direktörlerin yaprak dökümü zamanı. Teknik direktörlerin çoğu “Mesleki özgürlüklerimizi kullanamıyoruz” diye durumlarından şikayetçi... Kulüp başkanları Demokles’in kılıcı gibi her an tepelerinde. Aslında bu şikayet niye ki? Bu ülkenin insanları yaşadıkları ortamı, kurulan düzeni gayet iyi biliyor olmalılar. Hangi başkan diktatör değil ki!
Kulüplerin harcadıkları paralar herkesin malumu. Kulüplerin borçlanmasının yanı sıra kulüp başkanları da zaman zaman kulübe mali destek veriyorlar ve kendi ceplerinden milyon eurolar sarfediyor. Buraya kadar güzel. Ama bazıları bu verdikleri paralar yüzünden sanki kulübü satın almış gibi davranıyor. Oyuncu alıyor, satıyor, ödül veriyor, zaman zaman takım yapıyor, hepsi dediğim dedik hareket edenlerden. Yani diktatör... Teknik direktörlerin yaşamı onların iki dudağı arasında. Eski tarihlerde dayak yiyen teknik direktöre bile şahit olduk. Şikayet etmek çok anlamsız. Ya bu durumu kabul edeceksin ya da bu işi yapmayacak, kenara çekileceksin.
Hakemler de zor durumda... Onların başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Ne İsa’ya yaranıyorlar ne de Musa’ya!.. Zaman zaman kafalarına yabancı cisim geliyor, zaman zaman da futbolcular tarafından tartaklanıyorlar. Burası ne İsveç, ne de İngiltere. Burası Türkiye... Bunları bileceksin ve onlara göre davranacaksın!