Brecht'in kişiliği üzerine

Karaorman’ların çocuğu Bertolt Brecht, yapıtlarında, doğduğu kent, Augsburg’un, çelişkilerle dolu olduğunu belirtir. Bu yansımalarında karanlık sokaklarda ve küf kokulu meyhanelerde toplum dışı figürler vardır. Kentin kenar mahalleleri, panayırları, mezarlıkları ve küçük gölleri yaşamının son yıllarında hissetiği atmosferdir: “Evden çıkınca kestane ağaçlarının yol boyu dizildiği bir caddeye çıkardım; bu cadde eski kent mezarlığına doğru uzanırdı. Bir yanda, kenti korumak için yapılmış eski surlar uzanırdı. Gölcüklerde kuğular süzülürdü. Kestane ağaçlarının sarı yaprakları kaldırımları bir halı gibi örterdi”.

Brecht çocukluğunun geçtiği baba evini hiç unutamadı. Onun burjuva sınıfına olan başkaldırısı, çoçukluğundaki burjuva yaşama bağlanabilir. Brecht’in babası, Bertold Friedrich Brecht (1869-1939), bir kağıt fabrikasının dürüst ve çalışkan müdürüydü. zeki ve hareketli bir çocuk olan Bertold Eugen, bahriye yakalı giysisini hiç sevmezdi, ama giymek zorundaydı. Gençlik yıllarında yazdığı dizeler onun burjuva düzenini olan nefretini dile getirir:

“Oldukça varlıklı bir ailenin oğlu olarak büyüdüm.

Annem, babam beni herkesin giydiği bir yaka içine hapsettiler

Ve alışkanlıkların hizmetkârı olmamı istediler.

Emir alma sanatını öğrettiler.

Ama büyüyüp kendime şöyle bir bakınca

Hoşlanmadım kendi sınıfımın insanlarından,

Ne emirlerinden ne de hizmete hazır oluşlarından

Ve bıraktım kendi sınıfımı, döndüm unutulmuş sıradan insanlara”.

Brecht’in kendi sınıfını bırakması çok genç yaşlarda oldu; onaltı yaşındaydı ve ilk şiirleri yayımlanmaya başlamıştı. Pazar günleri yürüyüşe çıkar bir park bankında oturur, burjuvaları seyredip eğlenir, bazan şiirlerini yazardı. Sonra birtakım kalıpları kafalarına tıkmaya çalışan öğretmenleri düşünür ve onlara saygı duymadığını hissederdi. Okulda yazdığı ödevlerle öğretmenlerini kızdırırdı. Hatta 1915’te yazdığı savaş karşıtı ödevi yüzünden okuldan atılması için karar alınmak üzereydi ki, bir öğretmeni, ‘gençlikten gelen akıl karışıklığı’ olduğunu söyleyerek, onun okuldan atılmasını engellemişti. Bu ‘akıl karışıklığı’ (!) ilerde onun sanatının temelini oluşturacaktı ve onun, daha lise öğrencesiyken çevresine nekadar değişik bir gözle baktığını gösteriyordu.

Brecht, 1917 yılında, liseden mezun oldu ve Münih Üniversitesi Tıb Fakültesi’ne yazıldı. Savaşın bitimine yakın, 1918’de, eğitimini yarım bıraktı, Augsburg’taki bir gezici askeri hastanede, yaralılara yardım etmek üzere, gönüllü sağlık yardımcısı oldu. Yıllar sonra, o süreçte halk arasında dolaşan, ‘ölüleri topraktan çıkartıyorlar’, deyimini anımsadı. Bu deyim, onun Ölü Askerler Efsanesi (Legende vom toten Soldaten) adlı şiirini yazmasına neden oldu. Bu şiir oldukça karamsar ve hüzün vericiydi. Brecht, o hastanedeki sakat kalan, kolu bacağı kopmuş, gencecik insanları hiç unutamadı. İşte o deneyiminden sonra tam bir savaş karşıtçısı olduğunu hissetti ve bu tavrını da ölümüne kadar asla bozmadı.

1918’yılında, Hans Johst’un, dışavurumculuğun habercisi olan, yaşamı boyunca ezilmiş dâhi şair Grabbe’nin biyografisini işleyen, Yalnız İnsan (Der Einsame) adlı yapıtına karşı, burjuva ‘kahraman yaşamı’na bir tepki olarak Baal’i yazdı. Baal, sarhoş bir şair olduğu kadar bir suçluydu, arabacı meyhanelerinde şarkı (moritat) söyleyen burjuvanın kabul edemeyeceği bir hergeleydi. Bir yönden Villon ve Rimbaud gibi bohem şairleri andırıyordu. O sırada, Brecht’in yatağının üstünde, Caspar Neher’in yapmış olduğu, Suriye Toprak Tanrısı Baal’in resmi asılıydı. Brecht onu, yaşama karşı doymak bilmeyen bir simge olarak kabul ediyordu.

Baal’in kendi varlığı için hissetikleri, genç Brecht’in hissettikleriyle aynıydı. Netekim, Baal figürü onun daha sonraki yapıtlarında değişik çeşitlemelerle ortaya çıktı. Örneğin, bunlardan biri Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki, halk yargıcı Azdak’tı. Brecht, onu oyununun kahramanı yaptı. Bir başka olumsuz-kahraman, midesine düşkün, dâhi Galile’ydi. Toprak tanrısı Baal, daha sonra karşımıza asker Schweik olarak çıktı. Baal, Brecht’in yüreğindeki anarşizmin ürünüydü, bu da onun karamsarlığını nihilizme götürmesine engel oluyordu.

Brecht’in, ilk şiirlerini bir araya getirdiği Ev Vaazları (Die Hauspostille) kitabındaki ‘Dinsel Alaylar’ (Bittgänge), ‘Kronikler’ (Chroniken), ‘Ölüp Gidenlerin Küçük Zamanları’ (Die kleinen Tagzeiten der Abgestorbenen) başlıklı şiirleri aynı varoluş duygusunu taşırlar. Bu şiir kitabında, Baal vari figürler bazan serüven delisi, bazan korsan olarak kaşımıza çıkarlar: “soylu hayvanlar gibi, yumuşak esintilerle, sarhoş maviliklerle” yaşarlar ve “açlık, ateş ve kötü kokular içinde” ölürler. Bunlar, yaşamı bırakmamak için son bir çaba gösterirler. Tıpkı Baal gibi:

“Kapkara asfalt hayvanlarıyla içimi doldurdum

Suyla doldurdum ve çığlıklarla

İçim soğuk ve hafif hâlâ

Sevgilim, hâlâ doyumsuz ve bomboşum”.

1919 yılında, Brecht, Augsburger Volkwillen (Augsburg Halk İradesi) adlı gazetede tiyatro eleştirileri yazmaya başladı ve eleştiri oklarını önce kendi kentinin tiyatrosuna yöneltti. Almanca’yı kullanmaktaki ustalığı ve ironisi ile kısa sürede bütün dikkatleri üstüne çekti. Bir bölge tiyatrosu olan Augsburg topluluğu temelde sefaletin bir örneğiydi:

“Sizler, her zaman tiyatronuz olduğunu sandınız, ama ben size söyliyeyim: tiyatronuz skandaldan başka bir şey değil; burada görünen yalnızca tam bir iflas, burada gösterilenler sizlerin aptallığı, sizlerin yanlış düşünce sisteminiz ve sizlerin perişanlığı…”

Brecht, yalnızca eleştirel protesto ile yetinmedi, kendisine örnek seçtiği Büchner ve Wedekind örnekleriyle kendisinin tiyatro anlayışını, büyük bir netlikle, açıkladı. Bu anlayış yalnızca yeni bir tiyatro düşüncesini getirmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi politik tiyatrosunun çerçevesini çiziyordu. 1919’da, Spartakus adlı bir oyun yazdı. O dönemde, Brecht, Bleichstrasse’de bir çatı katında yaşıyor ve Augsburg ile Münih arasında mekik dokuyordu. Münih’teki yazın ve tiyatro çevresine kendisini kabul ettirmişti. Walter Mehring’in yardımıyla Münih’te yazın çevresinin gittiği Café Stephanie’de şiirlerini ve ‘moritat’larını okumaya başladı. Sonra ünlü Karl Valentin’in ‘Gürültü Tiyatrosu’nda çalıştı. En önemlisi, 1919 başında, yaşamı boyunca yanında olan Lion Feuchtwanger ile tanıştı. Bu olayı Feuchtwanger daha sonraki yıllarda şöyle anlatmıştır: “Bir gün, Münih’teki evime, zayıf, kötü saç traşlı, giyimi paspal, genç biri geldi. Kendini bir duvardan öbürüne atarak schwab (şvab) lehçesiyle konuşan bu genç, bir oyun yazmıştı ve adı Bert Brecht’ti”. Oyunun adı Spartakus’tu. Brecht, bu oyununu Gecede Trampetler (Trommeln in der Nacht) adı altında, Münih Kammerspiele’de, gecikmeden sahneye koymak istiyordu. 1922 yılında, Brecht, Herbert Ihering’in sahnelediği bu oyunla ‘Kleist Ödülü’nü kazandı ve çağdaş oyun yazarları arasında anılmaya başlandı.

Brecht’in ilk oyunlarında sayısız toplumdışı figür yer alır; serseriler, münzeviler, sorumsuz serüvenciler. Bunlar burjuva dünyasının yarattığı karamsar, bazan değer tanımazlığın eşiğinde olan, umutları yok edilmiş kişileridirler. Brecht’in kendi portresini çizdiği ünlü şiiri, ‘Vom armen B.B.’ (Ben Zavallı B.B.), onun o dönemdeki ruh durumunu çok iyi açıklar:

“Ben, Bertolt Brecht, Karaorman’lardan gelmişim.

Daha karnındayken kentlere taşımış anam beni,

Ormanların soğuğu bırakmayacak peşimi

Biliyorum, ta ölümüme kadar.

Betonlaşmış asfalt kentler benim evim.

Gazete, tütün ve konyakla

Ölüm törenimi sağlamışım önceden

Kuşkulu, olumsuz biri, umarım huzura kavuşur sonunda.

Dostlukla yaklaşırım ben insanlara

Şapkamı çarparım onların alışkanlıklarına.

Diyorum ki: onlar özellikle pis kokan hayvanlardır

Diyorum ki: ben de onlardan biriyim, farketmez asla.

Sabahları sallanan boş koltuğuma

Oturturum birkaç kadını

Kayıtsızlıkla seyreder onları ve derim ki:

Sizi yeniden yaratamam seçsem bile içinizden birini.

Akşama doğru toplanırız erkek erkeğe Konuşup dururuz centilmenler gibi,

Ayakları çalışma masamın üstünde

Daha iyi olacağımızı söylerler: soramam ‘ne zaman?’ diye.

Sabaha doğru, işer çamlar alacakaranlıkta

Gövdesindeki böceklert, kuşlar başlar çığlıklar atmaya.

O saatte ben kentte içkimi yudumlar ve bir şeyler atıştırırım

Puro dumanımı izler, huzursuz, gider uykuya dalarım sonra.

Zayıf bir tür olarak oluşturmuş tanrı bizleri

Evlerimizde, üstüne yoktur değerimizin ama

(Bu yüzden gökdelenleri kurmuşuz Manhattan adasına

Ve Atlantik Okyanısıyla muhabbet eden antenleri.)

Yaşamak zorundayız rüzgârın uğuldadığı bu kentlerde!

Keyif verir yiyicinin evi; ama boşalır kısa sürede.

Gayet iyi biliriz, önceden gelenleriz biz

Bizden sonra olacaklar var; önemsiz değil öyle.

Umarım, gelecek olan depremde

Yitirmem Virginia tütünümü, kederimden

Ben,Bertolt Brecht, asfalt kentlere hapsedilen

Önceleri anamın karnında, Karaorman’dan gelen”.

Brecht, burada da görüldüğü gibi, Beckett’in kişilerinden biri gibidir; o dönemde, yani gençliğinde, kendini mutlak bir dışlanmışlık içinde hissetmiştir. İçi boşaltılmış bir dünya ile iletişim kuramayan, toplumla uyuşmazlık içinde olan ve çöküşe doğru giden genç bir yazar… Ailesine yabancılaşmış, burjuva akrabalarına yüzünü şapkasıyla örten bir anarşist. Brecht’in, Beckett’in kişilerinden farkı, onun ilerde bir şeylerin olacağını hissetmesidir. Oysa Godot’yu Beklerken’de, ne Vladimir, ne de Estragon ne beklediklerini bile bilmezler. Ama Brecht’e göre, deprem olacak ve mevcut kokuşmuş düzen yerle bir olacaktır.

Brecht, 1920 yılına kadar, tıb öğrenimini ve Augsburg Münih arasında gidip gelmeyi sürdürdü. Annesi öldükten sonra Münih’e yerleşti. Bu arada Berlin’deki yayınevleriyle iletişim kurdu. Münih Kammerspiele’de oynanan Gecede Trampetler Berlin tiyatro eleştirmenlerinin ilgisini çekti ve ona yazın çevrelerinde daha geniş bir yer sağladı. 1922 yılının başlarında, yayınevleri ve tiyatrolarla konuşmak üzere Berlin’e gitti. Yazarların toplantılarına katıldı. Berliner Tageblattes gazetesinin redaktörü Otto Zareck sayesinde, o sırada ilk oyunu Berlin’de temsil edilmekte olan genç yazar, Arnolt Bronnen ile tanıştı. Bronnen, ona heyecanla ve çatlak sesiyle yazdığı baladları okudu. Bronnen’in yazdığına göre, birkaç gün sonra Brecht ona gelmiş ve Moritz Seeler’in Junger Bühne’sinde onun Baba Katli (Vatermord) adlı oyununu sahnelemeyi önermiş. O da kabul etmiş. O sırada alışılmış oyunculuk üslûbu içinde, Brecht’in oyunu sahnelemesi sırasında, grotesk oldugu kadar, garip durumlar ortaya çıkmış. Bronnen bu konuda şunları yazar:

“Karanlık ve boş tiyatro salonunda, Brecht’in yanında oturmuş, o çok ünlü, doruktaki aktör [Heinrich] George’nin benim sözlerim ile konuştuğunu hayranlıkla izliyordum. Oysa Brecht, ödün vermez bir biçimde, sahne üzerindeki bu kükreyen ve şiddetli soluk alıp veren devin her söylenen sözüne müdahale ediyor ve ifadeleri güçlendirmek için çalışıyordu. [Agnes] Straub’un her yanlış ayırtısı üzerinde insafsızca duruyordu; onun bu tavrı, Straub ile beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bu, böylece, provalar boyunca sürüp gitti. Her provada, oyuncular böyle bir çalışmanın son olmasını diliyorlardı. Tiyatronun yöneticisi Seeler, prömiyer tarihini bir an önce ilân etmek istiyordu. Bir kez ertelenen temsil tarihi, sonradan birkaç kez daha ertelendi. Nihayet, bu işin de sonu geldi. Sonuncu büyük isyanda George, salondaki onbeşinci sıraya kadar bir kasırga gibi gürledi, Straub kramp girdiğini bahane ederek kendini sahneden dışarı attı. Brecht, her zamanki alaylı tonuyla beni kutladı ve ‘bunlarla zaten bir şey olacağı yoktu’, diyerek zaferine daima bir engel çıktığını söyledi”.

Günlük yaşamında sessiz ve hatta utangaç olan Brecht, iş sanatsal bir çalışmaya gelince sert ve kendine güvenen bir kişilik oluveriyordu; Sanatsal bir çalışmada, kim olursa olsun, onu ilgilendirmiyordu. Bronnen, “Yukarda, sahnede Alman tiyatrosunun en güçlü oyuncularından ikisi, Agnes Straub ve Heinrich George vardı. (…) sonra bu cılız, orta boylu bile denemeyecek Augsburg’lu gelip soğukkanlı ve kesin bir biçimde onlara ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Sanki onların yaptıkları bir b… değildi”, diye sürdürür yazısını.

Brecht Berlin’de çok mütevazı bir hayat sürdü. Ama Berlin’de fazla kalamazdı. Münih’teki dayalı döşeli evine ve yakın dostu Herbert Ihering’e geri döndü. 3 Kasım 1922’de, Opera şarkıcısı Marianne Zoff ile evlenip Akademiestrasse’de kiralık bir eve geçti. Bu evlilikten on gün sonra, Ihering, Berliner-Börsen-Courier gazetesinde Brecht’in Baal, Gecede Trampetler ve Kentlerin Ormanında oyunlarıyla ‘Kleist Ödülü’nü aldığını açıklandı. Münih Kammerspiele’de II. Edward’ın 18 Mart 1924’teki ilk temsilinden sonra, onun paraca güvensiz yaşamı sona erdi. Bu oyunun prömiyerinden kısa bir süre sonra, araları açılan Brecht ile Marianne Zoff, 12 Mart 1923’te doğan kızları Hanne ile birlikte İtalya’ya gittiler. Önce Capri’de, sonra Positano’da kaldılar. Caspar Neher de Positano’daydı Haziran’ın ikinci yarısında, Brecht, Berlin’e, oradan da Augsburg’a geçti. Marianne ise bir ay kadar sonra tek başına Münih’e döndü. Boşanmasalar bile, Brecht ile Marianne Zoff artık resmen ayrılmış durumdaydılar. 1923 yılının sonlarında, Carl Zuckmayer ile Brecht’e, Max Reinhardt’tan, tiyatrosunun Dramaturg’ları olmaları için öneri geldi. Böylece, Brecht, eşyalarını toplayıp Berlin’e gitti ve Helene Weigel’ın kaldığı Spichernstrasse’deki bir apartımanın stüdyo dairesini tuttu. 29 Ekim 1924’te, Kentlerin Ormanında adlı oyunu Erich Engel’in yönetiminde prömiyer yaptı. 3 Kasım’da, Brecht ile Helene Weigel’ın oğulları Stefan Brecht doğdu. Aynı ayın içinde, Brecht, sonradan yardımcısı olacak Elisabeth Hauptmann ile tanıştı.

Sert çizgili yüzü, derinden bakan yuvarlak gözleri, kısa kesilmiş saçları, ağzının kenarında purosu, başında meşin kasketi, üstünde işçi ceketi ve spor gömleği, Brecht’in Berlin’deki görünüşünü tamamlıyordu. Bu, tamamen farklı bir tavra işaret ediyordu. O tiyatro açısından kendine güvenen ve kendi tiyatrosunu kurabilecek bir kişilik olduğunu o zamandan hissettiriyordu. Bronnen’e göre “o, her zaman bir oyuncu” idi. Şurası kesin, Brecht hiçbir zaman tiyatral bir tavır sergilemedi, ama gestus’un karakteristiği ve plastikliği üzerinde şaşmaz bir sezgisi vardı. Willy Haas, Berlin’e yerleşen Brecht’i şöyle anlatır: “Ender görülen bir kişilik: gözünde, Berlin’de hiç kimsenin takmadığı, eski, tel çerçeveli bir gözlük vardı. Bir kenar mahalle okul müdürünü andırıyordu. Sanki konuşmak istediğinde, temizlenip kılıfından çıkan, işi bittiğinde yine ceketinin iç cebine dönen bir kimse gibiydi”.

Brecht, yanında, daima tartışacağı bir iki dostunu bulundururdu. O, purosu ağzında dumanlar savurur, dolaşarak konuşur, tezleri ve antitezleri en küçük ayrıntılarına kadar irdelemeyi severdi. Bu tartışmalarda aykırı düşüncede olanlara geniş konuşma özgürlüğü verir, kendi kuramlarını, onların düşüncelerini de katarak geliştirirdi. Brecht, bu kendine özgü çalışma biçimini ölümüne kadar sürdürmüştür. Böylesine bir kolektif çalışmanın yarar sağladığına inanıyordu. Bu tartışmalar yalnızca Brecht’in stüdyosunda yapılmıyordu; bazan bir göl kenarında, bazan bir kahvede ya da sahnede de olabiliyordu. Özellikle, Gottfried Benn’in, George Grosz’un ya da Herzfelde’nin buluştuğu ‘Romen Kahvesi’ ya da Aenne Maenz’in ‘Sanatçılar Lokali’ en önemli tartışma mekânlarından ikisiydi. ‘Sanatçılar Lokali’nde tanıştığı Olga Çekhova ve sinema dramaturgu Jarossy ona bir film siparişi verdiler. Brecht, tiyatrocuların yanısıra, edebiyatçılar ve ressamlarla buluşmayı da seviyordu. Ayrıca, entelektüel olmayan sıradan kişilerle konuşmaya onlarla tartışmaya bayılıyordu. Alman orta sıklet boks şampiyonu Paul Samson-Körner’le de dostluk kurmuş, onunla birlikte Apırkat (Der Kinnhaken) adlı kısa öyküsünü yazmıştı.

1927 yılında, Brecht, Gasparra ve Leo Lania ile birlikte Piscator Sahnesi için Haşek’in Schweik romanından sahneye uyarlama çalışmasına başladı. 17 Temmuz’da, Baden-Baden’de Küçük Mahagonny’nin dünya prömiyeri yapıldı. Dört ay sonra, 22 Kasım günü Brecht ile Marianne Zoff boşandılar.

1928 yılında, yeni kurulan Theater am Schiffbauerdamm, açılış oyunu olarak Üç Kuruşluk Opera’yı seçti. Tiyatronun sanat yönetmeni Ernst Joseph, bu yapım için, birinci sınıf oyuncularla sözleşme yaptı; Erich Ponto, Rosa Valetti, Roma Bahn, Kate Kühl, Harald Paulsen Kurt Gerron, Ernst Busch gibi oyuncuların yanısıra, Kurt Weill’ın eşi Lotte Lenya ilk kez bu oyundaki Jenny rolüyle profesyonel oldu. Oyunu, Brecht’in gözetimi altında, Erich Engel sahneledi. Bu yapım büyük bir başarı getirdi, yapıt Avrupa’nın hemen her ülkesinde yankı buldu ve oynandı. Bu ses getiren olaydan sonra, 10 Nisan 1929’da Brecht ve Helene Weigel evlendiler. 18 Ekim 1930’da ikinci çocukları Barbara doğdu.

27 Şubat 1933’te Parlamento binası yandığında Brecht, Almanya’da alarm zillerinin çaldığını hissetmişti; ailesini ve birkaç dostunu da yanına alarak Prag’a kaçtı. Naziler, 10 Mayıs’ta, Berlin Operası önünde, Yahudi kökenli saydıkları diğer yazarlarla birlikte, onun kitaplarını da yaktılar. O, Yahudi değil, bir Marksistti. Bu dönemden itibaren, Brecht’in göçebeliği başladı; Prag’dan Viyana’ya, Viyana’dan Zürich’e taşındı. Zürich’teki otelde eski yakın dostlarına rastladı. Anna Seghers, Heinrich Mann, Walter Benjamin, Kurt Kläber ve onun eşi Lisa Tetzner, hepsi Nazi rejiminden kaçmışlardı. Brecht, Kläber’lere, Lugano Gölü kıyısındaki sessiz ve huzur dolu bir köy olan Carona’ya yerleşmeyi teklif etti. Orada hem çalışabilir hem de tartışabilirlerdi. Linkskurve (Sol Dönüşüm) dergisinin editörü olan Kurt Kläber, Brecht’in çok eski bir dostuydu ve onunla yararlı tartışmalar yapmayı özlemişti. Brecht, 1937’de, Danimarka’dan dostu Kläber’e yazdığı mektubunun bir yerinde şöyle diyordu: “O eski günlerdeki gibi, seninle birlikte gazeteleri okumayı okadar özledim ki, okuduklarımızı birlikte daha iyi özümsüyorduk ve şimdi onları özümsemeye daha çok ihtiyacımız var”. Yıllar sonra bile, ölümünden dört ay kadar önce, Nisan 1956’da hastaneden yazdığı bir mektubunda, “Carona’yı ve yeşillikler içinde okuduğumuz o gazete okuma saatlarını sık sık düşünüyorum”, diye yazıyordu. Brecht, yaşamı boyunca ‘birlikte özümseme’ eylemine çok önem verdi. O, sahne, film ve müzik çalışmalarında da hep bu tartışarak ‘birlikte özümseme’ yoluyla eylemlerini en doğru biçimde gerçekleştirmeye çalıştı.

İsviçre Brecht’e çok pahalı geldiğinden Sonbahar’da Paris’e taşındı. Brecht, burada sıklıkla çay partilerine davet ediliyordu; bu da onu sıkıyordu. Çevresini saran konteslerden, baroneslerden geçilmiyordu. Oysa Brecht, çevresinde kafasına uygun tartışacak insanlar görmek istiyordu. Elegant geyik muhabbetlerinden tiksinti gelmişti, diken üstünde oturuyordu. O bir Marcel Proust değildi. Bu konuda bir anekdot da vardır: Yine böyle bir toplantıda, neşe kelebekleri gibi ortada dolaşan şımarık kızlardan biri, birden Brecht’in dizine oturup “bir kadınla mı yoksa iki kadınla mı yatmak isterdiniz?” diye sormuş. Brecht kıza soğuk bir biçimde baktıktan sonra, “Şu anda sizi yanıtlayacak durumda değilim, çünkü bay X ile diyalektik materyalizm üzerine tartışıyorduk”, demiştir.

Brecht, Kopenhag Tiyatrosu ile anlaştıktan sonra ailesi ile birlikte Svendborg yakınında, deniz kıyısındaki Skoosbostrand’de bir köy evi kiraladı. Ahıra badana yapan biri onları kalacakları yere götürdü. Kapının üstündeki tabelada, ‘Gerçek somuttur’ yazıyordu. Çalışma odasında, üstünde bir sürü kağıt olan duvara dayalı uzun bir masa vardı. Brecht, Kurt Kläber’e, “Paris’ten buraya geldiğim için mutluyum, elbette insanı eğlendirecek hiçbir şey yok, ama çalışmak için çok zamanım olacak. Radyo çalışıyor, onun için dış dünyayla da iletişimim kopmayacak; sadece sohbet edecek kimse yok”, diye yazdı. Bu süreçte, Brecht, dünya ile iletişimini radyo, gazeteler ve ender de olsa, onu ziyarete gelenlerle kurdu. Ama arada, oyunları için, Paris ve Londra’ya gidip geliyordu. Onun gibi bir göçmen için para kazanmak zordu. Brecht’in Skoosbostrand’daki dönemi çok verimli oldu. 1933-1938 yılları arasında, vatanına dönmeyi umut eden Brecht, umduğu olmayınca, çalışmalarını yoğunlaştırdı. Bu dönemde, Galile’nin Yaşamı, Cesaret Ana ve Çocukları, Sezuan’ın İyi İnsanı, Lukullus’un Sorgulanması gibi en önemli oyunlarını ve “Düzensiz Tartımla Gelişen Uyaksız Şiir Üzerine” (Über reimlose Lyrik mit unregelmässigen Rhythmen), “Gerçekçi Yazım Türünün Genişliği ve Çok Katmanlılığı” (Weite und Vielfalt der realistischen Schreibweise) gibi, önemli yazılarını yazdı. Ayrıca, kuramlarını geliştirdi. Onun Svendborg Şiirleri (Svendborger Gedichte) adlı şiir kitabı burada ortaya çıktı. Bu kitaptaki şiirler Brecht’in şiir sanatında yeni bir evreye girdiğini gösterir. Uzun dizelerin yerini, taşlamaya dayalı kısa dizeler almıştı:

“ÜSTTEKİLER

Toplandılar bir odada,

Sokaktaki adam ise

Bütün umutlarını yellenip defetti.

Hükûmetler

Anlaştı ateşkeste.

Küçük Adam

Yazdı vasiyetini.

Şimdi gece.

Yeni evliler yatakta.

Genç kadınlar

Yetim doğurmakta.

Tebeşir yazılı duvarda:

Savaş çığlıkları,

Bunu yazanlar

Öldüler cephede”.

Brecht, Svendborg Şiirleri’ni yazdığı yıl, bir Çocuk Abecesi (Kinderalphabet) üzerinde çalışmaya başladı. Bu, büyük bir olasılıkla kendi çocuklarını düşünerek yazmaya başladığı, hayvanlar arasında geçen öykülerdi. Bu öyküler, naiv gülmece yanısıra, keskin politik eleştiriler içeriyordu. Ama tamamlanmayan bu yapıt basılmadı da. Bu çalışmasından iki kısa masal şöyle:

“Bir zamanlar bir kartal varmış

Yükseklerde uçarmış

Bir hayli kıskananı varmış;

Aldatıp indirmişler onu yere

Kızdırmışlar onu, ‘yüzemezsin’ diye

Kartal bu, yüzgeçleri yok ki

Yüzmeye çalışınca boğulup gitmiş dibe.

(Ve kıskançlık da bitmiş böylece)”.

“Bir zamanlar, bir kırkayak,

Kurtarmış bir bokböceğini.

Ama kırkayağın kırkladığı yer

Çökmez mi güzel bir günde

Taştan evi yıkılıp ezmiş bokböceğini

Kafasını çarpan kırkayak ise

Birden oluvermiş dinci”.

Brecht’in politik olmayan bir tek tümcesi yoktur. Yazdığı mesellerin tümü de gerçekleri söylemek içindir. O, bu tutumunu açıkça söylemekten geri kalmaz. Örneğin, Galile’de küçük Andrea, “Bir insan yetenekliyse, örneklerle hedefine yönelebilir”, der.

Brecht, Danimarka‘da bulunduğu sırada doğu felsefesiyle de uğraştı. Bir araştırmacı ve düşünür olarak, doğu felsefesinin önemine inanıyordu. Laotse, onun için bir yol gösterici oldu. Bu felsefenin akılcı yönelişi onun Keuner öykülerinde kendini belli eder:

“Bilgi yüklü olan kimse savaşmayı düşünmez; gerçekleri söylemekten kaçınmaz; hizmette bulunmaktan çekinmez; yemek yememezlik etmez; kimseyi sömürmez; anlaşılmaz değildir. Bilgili insan, tüm erdemleri tek bir erdemde toplamıştır: o da bilgili olma erdemidir, diye düşündü Bay Keuner”.

Danimarka’daki münzevi yaşamı sırasında, Brecht, çok az tartışma olanağı buldu, ama çok okudu ve bilgisine bilgi kattı. Bu, Svendborg dönemi, onun için, bir dönüşüm noktası oldu. Marksizmi özümsedi ve dünyanın değişmesi gerektiğine yürekten inandı. Dünya görüşü tamamen değişmişti. Oyunlarında, yazılarında, tiyatro kuramlarında ve uygulamalarında kendi dünya görüşüne uygun bir yol çizdi. Ancak o, herşeye eleştirel bir gözle bakıyordu, Marksizm ile bunu uygulayan ülkeleri bile eleştirel bir gözle inceledi. Dünyadaki değişimin, bir şeye katı bir biçimde inanarak değil, o şeye kuşkuyla yanaşarak eleştirel bir tutum ile gerçekleşebileceğini gördü.

Yaşamının sonuna dek, faşizm ve kapitalist sisteme karşı olan tutkulu kavgası, onu çok derin çözümlemelere götürdü. Kesin olarak inandığı üç şey vardı: ilki, toplumcu bir devrimdi; ikincisi, bunun da, duygusal, romantik bir tutum içinde değil, akılcı bir tutumla olması gerektiğiydi. Üçüncüsü, Galile oyununda vurguladığı yeni bir dünyayı varedecek olan ‘Yeni Zaman’ın yaratılmasıydı. Brecht, bu dönemden sonra, tüm şiirlerini, eleştirilerini ve yazılarını toplumcu gerçekçilik anlayışı içinde ortaya çıkardı. Bir örnek verelim:

OKUMUŞ BİR İŞÇİNİN SORULARI

Kim kurdu şu yedi kapılı Tebai Kentini?

Kralların adları yazılı kitaplarda.

Krallar mı taşıdı o koca kayaları buralara?

Ya onlarca kez yakıp yıkılan Babil –

Yine onlarca kez kim onardı onu yeniden?

Altın gibi parıldayan Lima’da

O güzel evlerde oturanlar işçiler mi?

Çin seddi bittiğinde, akşam evlerine dönen kimlerdi,

Duvarcılar mı? Şu büyük Roma’da

Yollar dolmuş Zafer Taklarıyla

Kim dikti onları oralara?

Zaferler kazanan Sezar mı?

Zafer şarkılarını söyleyen Bizans

Yurttaşlarına saraylar mı verdi?

Böğüren dalgalar dövdükçe geceleri

Efsanevi Atlantis,

Sadece köleleri boğup yoketti.

Genç İskender fethetti Hindistan’ı

Yalnız mıydı?

Sezar Galya’yı yuttu.

Yanında en azından aşçısı yok muydu?

İspanya kralı Philipp ağladı

Donanması battığında. Ağlamadı mı ondan başkası?

II. Frederik zaferler kazandı Yedi Yıl Savaşları’nda

Zafer kazanan başkası yok muydu yanında?

Brecht, çok sevdiği köydeki münzevi yaşamından sıyrılıp Moskova’ya gitti. İki hafta kadar kaldı. Orada neden bukadar kısa kaldığı üzerinde fazla bir bilgi yok. Söylentiler çeşitli. Hollywood’da bir şeyler yapma olasılığı Brecht’i A.B.D.’ne çekmiş olabilir. Ayrıca, zaten onun Moskova’da kalmak gibi bir düşüncesi de yoktu. Bir söylentide Sovyet Rusya’daki kısıtlamalar onu sıkmıştır, orada kendisini güvende hissetmemiştir. Başka bir söylenti de, Brecht’in tutuklanmış olan aktris Carola Neher’i görmesine izin verilmeyişi ve ona yardım edememesidir. Şurası da kesin, Moskova’da iş bulup çalışması çok zordu. O sırada Sovyet Rusya’da tanınmıyordu ve pek sıcak da karşılanmamıştı. Brecht, beraberindekilerle birlikte Rusya’nın son ucu Vladivostok’a gitti. Orada, Kalifornia kıyılarındaki San Pedro’ya gidecek olan bir İsveç yük gemisine bindiler. Onlara Lion Feuchtwanger ile Peter Lorre de katıldı.

Brecht, Hollywood’a beş mil uzaklıktaki Sant Monica’da bir ev tuttu. Burayı tercih etmesinin bir nedeni, Nazilerden kaçan yazarlar, Thomas ve Heinrich Mann’ın buraya yerleşmiş olmalarıydı. Brecht, burada birkaç yıl huzur içinde yaşamak istiyordu. Soranlara, Hollywood’da yaşamış olmasını, “Param olmadığı için seçeneğim de yoktu”, diye yanıtlamıştır. Brecht’e göre, “vekarsız bir kentte” yaşamak zorunda kalmıştır. Brecht, film senaryoları yazıp para kazanmak istiyordu. Vladimir Pozner, Fritz Kortner, Eric Bentley ve Fritz Lang ile birlikte senaryolar yazıp önerdiler.

“Her sabah, kazanmak için ekmeğimi,

Çıktım yalanlar satılan çarşıya,

Dopdolu umutlarla

Alıcılara sundum kendimi”.

Yazdığı senaryolardan yalnızca biri, Hangmen Also Die, satın alındı ve filme çekildi. Film, Çekoslovakya’daki Nazilerin sürek avını ele alıyordu. Bu hayal üreten kentte, Brecht kendi dünya görüşünün ışığında kapitalist Amerikan toplumunu eleştirmeye başladı. Bu konudaki yazıları yayımlandıkça, kamuoyunda hoşnutsuzluk başgösterdi. Bir ara Komunist Manifesto’yu manzum olarak yazmaya başladı, ama arkasını getiremedi. Yazıları yayımlanmamaya başladı. Brecht yine Almanya’dan göç eden yakın dostları ile birlikte oyun yazmak için kollarını sıvadı. Hollywood’da hayranlık duyduğu Charlie Chaplin ile ileteşim kurdu. Chaplin’in dünya görüşü ve stilize oyunculuğu ona çok yakın geliyordu. Örneğin, ileriki yıllarda, Puntila’nın karakter özellikleri Chaplin’in Şehir Işıkları’ndaki dolar milyonerinden türetildi. Kafkas Tebeşir Dairesi’nde, Grusche’nin çekimserliği ve oradaki çocuk, Chaplin’in Çocuk (The Kid) filminden esinlenilerek yazıldı. Brecht ile Chaplin arasında sıkı bir dosluk başladı. Bu karşılaşmalarda, Chaplin aktör, Brecht hayran bir seyirciydi.

Heinrich ve Thomas Mann, Franz Werfel ve Brecht okuma günleri düzenlediler; her hafta toplanıp okuyor, tartışıyorlardı. Konular çoğunlukla politika üzerineydi. Brecht’in evinin yakınında Lion Feuchtwanger’in evi vardı. Brecht Simone Machard’ın Düşleri’ni yazarken Feuchtwanger de ona yardımcı oldu.

1946’da, Brecht’in, büyük oyuncu Charles Laughton ile tanışması da verimli oldu. Ya Laughton’un kütüphanesinde ya da onun güllerle dolu bahçesinde görüşüyorlardı. Laughton bir şort bir gömlekle, çıplak ayakla ıslak çimler üzerinden yürür gelirdi. Zeki, esprili ve kendisine güvenen hali ve Laughton’un diğer özellikleri, Brecht’i Galile üzerine bir oyun yazmaya özendirdi. Brecht, Galile’nin Yaşamı’nı yazmaya başladı. Oyunu yazdığı sırada, Laughton ile buluşup konuşuyor, ona yazdığı bölümleri okuyor ve fikrini soruyordu. Brecht’in, Laughton ile yürüttüğü bu mutlu çalışma, 1947 yılında, soğuk duş etkisi yapan bir olayla zora girdi. ‘Amerika Karşıtı Etkinlikler Soruşturma Komitesi’ Başkanı Parnell Thomas, Brecht’i sorgulanmak üzere Washington’a çağırdı. Brecht’e film endüstrisi içinde komunist fikirler besleyip beslemediği soruldu; o, komunist bir grup içinde miydi? Hükûmete yakın gazeteler, sansasyon yaratmak için, Brecht’i ‘hain bir yabancı’ olarak ilân etmişti bile.

Brecht sorgulama sırasında, o keskin zekâsıyla, öyle nükteli yanıtlar verdi ki, onu dinlemeye gelen kalabalık seyirci kitlesini kahkahaya boğdu. Hiçbir komunist partiye üye olmadığını belirtti. Bu doğruydu, Brecht bir Marksistti ama, hiçbir partiye kayıtlı değildi. Bu sorgulama Brecht’i A.B.D.’nde birden manşetlere çıkarmıştı. Savaş’tan sonra Almanya’ya dönerken bir Amerikan edebiyat ödülünü de yanında götürdü.

Brecht’in, Doğu Berlin’deki son yılları oldukça zor geçti. Brecht’in daha önce basılan yazıları, oyunları, şiirleri, günlükleri, çalışma raporları dahil, yeni yazdığı hiçbir şey basılmamaya başladı, Onun Doğu Berlin’e yerleşmesi doğaldı. Orada çalışabileceğini düşünüyordu. O, bu duygusunu Bay Keuner’den Öyküler (Geschichten vom Herrn Keuner) adlı yapıtında şöyle ifade eder:

“Bay K. A yerine B kentini seçti. “A kentinde beni seviyorlar, ama B kentinde bana dostça davranıyorlar, dedi. A kentinde bana hizmet ediyorlar; oysa B kentinin bana gereksinimi var. A kentinde beni sofraya davet ediyorlar, B kentinde ise mutfağa”.

Böylece, yaşamının en büyük düşünü yaşayacağını düşünmüştü. Gerçi ona ödenekli bir tiyatro verdiler, ama diyeti de büyük oldu. Her attığı adıma karışmaya başladılar. Brecht, orada aktris eşi Helene Weigel ile Berliner Ensemble’ı kurdu. Ve bu toplulukla dünya çapında bir ün kazandı.

Ününün doruğuna eriştiği halde, Brecht, son aylarında mutsuzdu. Üstelik, son yıllarda Doğu Alman rejiminin ayrıcalığı olan bir kişiliği olmuştu. Berlin'deki Sanat Akademisi yöneticisi Rudi Engel'e, ölümünden kısa bir süre önce bir mektup yazan Brecht şöyle diyordu: “Ölümümde, herhangi bir yere yatırılıp ziyaretçilere sergilenmek istemiyorum. Cenazemde hakkımda konuşmalar yapılmasına da karşı olduğumu belirtirim (...)”. Ölürken, yanında bulunan Schwerin Kilise'sinin protestan rahibi Karl Kleinschmidt'e söylediği şunlardır: “Hiç olmazsa, siz gerçek ve doğru bir ölüm yazısı yazın; öbür şatafatlı yazıların arasında doğruluğu ile özgün bir yer alsın. Bana hayran olduğunuzu falan yazmayın! Benim çok huzursuz biri olduğumu, ölümümden sonra da böyle kalacağımı belirtin. İlerisi için umut olsa bile...” .

Bunlar, Brecht'in son sözleridir.