Bu Emek bizim Emek’imiz değil
Yasalara rağmen el konulması, el konulduktan sonraki süreçte yaşananlar, akıbetine ilişkin kuşkulardan kaynaklanan karşı koymalar, Emek’i yıktırmayacağız odaklı bir dizi protestolar ve sonrasında gelen kaçınılmaz ve karşı konulmaz yıkım... Tüm bunlar Beyoğlu’nun orta yerindeki düş şatosu Emek’in uzun bir süre yaşadığı bir sürecin en kısa özeti. Ve de, bir ülkede, bir sinema salonu için yapılan katılımı yüksek, en sürekli, -sonucu değiştirmediyse bile- en etkili bir eylemin gayr-ı resmi sinema tarihimizde yerini alan bir olayı.
Böylesine; sonucu değiştirmese bile kamuoyunda sürekliliği ve ilkeselliğiyle dikkati çekip kent belleğinin o yazılmamış tarihinde yerini alan bir olayın, nedenleri ortadan kalksa bile, kolay kolay unutulmayacağı ve birileri tarafından da asla unutturulmayacağı bilinmeliydi. Nitekim de öyle oldu. Emek’e gönül verenler tekrar, kaldıkları yerden hareket ederek yeni hukuk savaşını başlatmaya -ya da yerine getirilmesi için- seslerini yükseltmeye başladılar. Sanırım bundan böyle bu sesleri daha gür ve etkileyici bir biçimde duyacak, Emek’in onca zamandır süren talihsizliklerle kuşatılmış serüveninin bitmediğine tanıklık edeceğiz.
HAKLI ÇIKMA TELAŞI
Beyoğlu’ndan sorumlu olan birilerinin, üst katlara taşınan onlara göre eski, bizlere göre ise yapay ve sahte olan yeni Emek’in tanıtımını bir gurur ve de haklılık tablosu tavrı ve üslubuyla tanıtmaya soyunmaları -ya da böylesine bir tanıtıma gereksinim duymaları- sanırım kendilerini haklı çıkarmanın ötesinde, ilerde bu mekana ilişkin yaşanacak sorunların tedirginliğinden gelen bir telaşı anımsatıyordu. Sanki, işte, yıkılmaması için onca gürültü yaptığınız Emek, şimdi eskisinden daha görkemli bir şekilde, aynen burada, der gibiydiler. Ama onlar da çok iyi biliyorlardı ki, bu Emek, artık bizim Emek’imiz değildi. Ve bizim, Emek’imize de hiç, ama hiç benzemiyordu.
Velev ki, -yeni demek istemiyorum- yapay Emek’in fiziksel özellikleri açısından gerçek ya da bizim eski Emek’e benzediğini bir an için farz edelim. Ne değişecek ki? Emek’i, Emek yapan tüm özelliklerinden soyutlayıp onu yalnızca mimari bir yapı olarak görenler için elbette ki hiçbir değişmeyecek, hatta, eski Emek’in havasını solumayıp, o anlatılmaz ve betimlenmez atmosferini yaşamayanlar için belirli bir beğeni de kazanacaktır.
Çünkü bizim; Emek’imiz yalnızca bir binadan ibaret değildi. Onun da ötesinde; içinde onca yaşanmışlıkların, kah kimi zaman meşin koltukların eskimiş, kah sahneyi kaplayan görkemli bordo perdenin kıvrımları arasına kimi zaman bıraktıkları, kimi zaman da sakladıkları birikmiş anılarıyla bir geçmiş zaman müzesi, kimi zaman da yedinci sanat sinemanın ilk ve de nitelikli örnekleriyle eğitildiğimiz bir kültür yuvası, kah, şimdi hiçbiri aramızda olmayan anne ve babamızla gitmeye alışık olduğumuz kucaklayıcı, alışıldık, işletenler ve çalışanların sıcaklığı ile kelimenin tam anlamıyla bizden ve bizim olma algısını yaratmanın üstesinden gelen kendine özgü bir mekandı.
Kısacası eski Emek, bölünmüş bir şehirde paralel hayatların kesiştiği ve giderek kaynaştığı biz sinemaseverlerin kutsalı olan bir yerdi...
Şimdi soruyorum sizlere, bu Emek’i tekrar geri verebilir misiniz bizlere?