Bu gözler, FETÖ’nün yargılanmasını da gördü

Kısasa kısas. Hiçbir zaman öyle düşünmedim. Ama daha ilk tutuklandıklarında biliyordum. Bu tertiplerin altına imza atanlar içeri girecekti.
“Bu gözler” diyordum, “gün gelecek mutlaka onu görecek!”
Bu bir bilgi. Bir gerçek.
Balyozcular bizden sonra tutuklandılar.
Saygı Öztürk’ün programında demiştim.
Sakın üzülmeyin. Kocalarımız utanacak, başımızı öne eğdirecek hiçbir şey yapmadı.
Onurdur bizim için.
İlk önce Balyoz kararı gelmişti. Müebbetler sarsmıştı. Cem Gürdeniz’i hatırlıyorum. Sandalyenin üzerine çıkmış eşini yolcu edip el sallıyordu.
“Her şeyi anlıyorum da babalık haklarından nasıl vazgeçeceğiz...” Hukuki durumu açıklamaya çalıştık.
Sonra dışarısı... Şaşkınlık, öfke...
“Çok sürmeyecek.”
Biliyorduk. Bu kapılar açılacak, başkalarının üzerine kapanacak.

***
Sincan yolundayım. Yolda bunlar bir bir aklımdan geçiyor...
Genelkurmay Çatı Davası.
Fetullahçı Terör Örgütü’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sırasında Genelkurmay Başkanlığı’ndaki eylemlere katıldığı ileri sürülen 224 sanık yargılanıyor.
Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi. Duruşma Sincan Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’ndeki salonlardan birinde görülüyor.
Girişte çadırlar var. Aile Sosyal Bakanlığı, Kazankaya Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi açmış. Şehit yakınlarına, müdahillere... Bizim Silivri’deki gibi “sıcak” değilse de konteynerlar filan “lüks” elbette... Karşıdan baktım yalnızca.
İçeri giriyoruz.
Basın kartım yeterli.
Güler yüzler.
Telefon, bilgisayar... sıkıntı yok! Buyurunuz.
Yani, normal bir mahkemeye geliyoruz da... Ben yine de şaşkınım, itiraf edeyim.
Mamak’tan Tekirdağ’a, oradan düşünün Silivri’ye geldiğimizde bile demiştik ki... “O oo bu da ne! Sanki Hilton!”
Hele burası, bina da yeni yapılmış zaten, iyiden iyiye “Hilton.” Her adımda avukat arkadaşlara soruyorum. Yanlış bir şey yapmayayım diye. Güya biz terörle yargılanıyorduk. Ama üzerimizde terör estirilirdi. Alışmışız.
Neyse helali hoş olsun. Aşılması gereken evrelerdi diyorum. Bugüne böyle varıldı. FETÖ mücadelesinin bir parçası.
Salona girdim.
Sanık yakınları var mı? Sormayı unuttum. Varsa da çok az. Yerinden sürekli laf atan “müdahiller” var. Biriyle duruşma sırasında tartışma çıktı. Sanıklara küfür ediyormuş. Mahkeme başkanı önceden tanıyor, belli. İzin vermiyor. Bayağı da sesini yükselterek dışarı çıkartırıyor:
“Hoca git namazını kıldır. Zamanı gelmiş zaten.
“Her duruşma artistik yapıyorsun!”
“Çık dışarı!”
“Gitsin görevini yapsın!”
Sanıklar ihtiyaç için gidip gelirken kelepçeleniyor ve jandarma koluna girip eşlik ediyor. Ancak, her heyet böyle mi bilmiyorum duruşma başkanı çok rahat yönetiyor. Girerken çıkarken ayağa bile kalkılmıyor.
-Kızmazsanız bir şey soracağım.
-Yok hiç kızmayacağım sor sor...
Bir gerginlik olmaması iyi de bazı konuşmaları buraya alamıyorum, bu kadar senli-benli olması aslında yadırgatıcı. Sonuçta darbeci de olsa, tacizci bile olsa sanıkla heyet arasında bir mesafe olması gerektiği, en azından “siz” diye seslenilmesini görmüşüz bir gelenek olarak.

SÜZGEÇTEN GEÇİRİYORUM

Salona bakıyorum. Tek tek...
Silivri duruşmalarına girdiğimde neredeyse rütbelerine kadar tahmin edebilirdim. Duruşlarından, tavırlarından. Birbirleriyle ilişkilerinden... İçim bir tuhaf olurdu. Koskoca silahlı kuvvetlerimiz. Generalinden, amiralinden astsubayından sivil memuruna kadar. Ne işleri var burada. Zaten onlar da isyan içindeydiler. Her terör eyleminde, kayıplar verdiğimizde “ah dışarıda olsalar” derdim. Terörün bölgede bir dönem kökünü kazıyan tugayın dört komutanından üçü salonda tutuklu yargılanıyordu. Anlamakta zorlanıyorlardı.
İnanın şimdi bu yazacaklarımı nesnellik adına birkaç kez süzgeçten geçirerek yazıyorum. Sonuçta bu davada bir anlamda tarafım. Sanıklardan bazıları tanıdı zaten. Bakışlar konuşuyor. Aslında benim onlara öyle kızgın bakmam gerekir. Yok! Onlar da haklı. Binlerce yığıldık kapılara. Özenle ördükleri duvarlarını yıktık. İktidardan indirdik. Bir avukat diyor ki “bunlar çıkarsa... biz gireriz...”
Vatanımı böldürtmem. Cumhuriyetime, devrimlerime, bağımsızlığıma kimseyi dokundurtmam.
Doğru. Orada karşı karşıyayız.
Yazarken kendimi denetliyorum sıkı bir biçimde.
Ama gerçekten öyle. Sanki hiç subay değiller gibi. Mikrofona çıktıklarında kimi rütbelerini söylüyor. İrkiliyorum. Ne ilgisi var?? Hiç benzemiyor.
Salonun genelinin başka ortak özellikleri var. Biraz sonra keşfedeceğim.
Hafif alaycı, aldırmaz, dişe diş.... bir yönetici grup var. Bir aradalar. Gözümle de görüyorum, konuştuklarında da belli oluyor. İddianamede de yazıyor zaten. Onlar hemen ayrışıyor. Bir de sürüklenip gelenler... Kimi sıkıntılı, uyukluyor, ilgisiz.

ONLAR EMEKLERİYLE GELMEDİLER

Orduyu benden çok daha yakından tanıyan, beni de hiç tanımayan birine soruyorum:
“Bu salondakiler sizce askere benziyor mu?’
“Birilerinin emeğiyle gelmişler” diye yanıtlıyor. “Kendi emekleriyle değil.”
Nasıl da anlamlı bir yanıt!
İşte bu!
Gerçekten bu salondakilerin çoğunluğu, özellikle gençleri sanki ortalıktan toplanıp getirilmiş gibi. Girişleri de, rütbeleri de hak edişli değil.
Aralarında “haram, helal-mekruh-caiz-vacip-sünnet” bunlara göre yaşamını belirleyen bir kültür oluşmuş. Bu kültürü birlikte taşımışlar. Orduyu düzelteceklermiş.
Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Abidin Ünal’ı derdest edip getirmişler. Kapıda Akıncılar Üssü Harekât Başkanı Kurmay Albay Ahmet Özçetin karşılıyor. Daha ulaşamadık ama, arabasında Vatan Partisi Genelbaşkanı Doğu Perinçek’in de adının olduğu liste çıktığı söylenen albay...
Org. Ünal bağırıyor:
-Ne yapıyorsunuz siz!
Albay yanıtlıyor:
-Komutanım, bozulan ayarları düzeltiyoruz.
-Esas sizin ayarlarınız bozulmuş!
Ayar da şu konuşmalar oluyor herhalde:
-Komutanım, ya Hulusi Akar’ı ikna edemezsek.
-Şeytanı içinizden uzak tutun!

NASIL BÖYLE İKİLİ YAŞANIR

Benim gittiğim duruşmada daha önce “Şapka” kod adıyla gizli tanık olarak ifade veren tutuklu eski albay Hakan Bıyık ve “Kuzgun” kod adlı tutuklu eski tuğamiral Halil İbrahım Yıldız açık kimlikle, görüntülü İzmir’den dinlendi.
Hakan Bıyık, 72 doğumlu. Foça Jandarma Komando Eğitim Komutanlığı Kurmay Başkan Vekili. Kara Harp Okulu’nun ikinci sınıfındayken örgütle ilişki kurmuş. Yazılı ifadesi de okundu. Kod adlar, abiler, düzenli gizli buluşmalar, örgüt evleri, telefon programları, tabletler, gizli görevlendirmeler... 1991 yılından bu yana 25 yıl! Tam 25 yıl!
Halil İbrahim Yıldız, 68 doğumlu. Eski Foça Amfibi Deniz Piyade Tugay Komutanı, Tuğamiral. Üstteğmenliğinden bu yana Cemaat’te. Evlerde buluşuyorlar. Namaz kıldırıyor imamlar. Bir tabletler ağı var. Şöyle yap böyle yap talimatlar alınıyor.
Nasıl böyle ikili yaşanır.
Bir subay! Türk Ordusununu subayı.
Bir dostumuz diyor ki “sizin yaşınızdakiler hep böyle söylüyor, anlayamıyor...”
Bir tutuklu general soru sorarken “Hücreler” halinde diyor. Darbenin tezgahlandığı villadaki “odalar”dan söz ederken. Tam örgütsel bir terim. Zamanın ne olduğunu tanımlarken “vakitten önce miydi, sonra mıydı tam hatırlayamıyorum” diyor bir amiral... “Vakit” ne ola ki, diyeceksiniz. Vakit namazı. Günlük dilleri böyle. Kelime dağarcıkları ortak.
Bir türlü yanyana getiremiyorum gerçekten.
Vatan savaşı olur, millet, emperyalizm, işgal... anlarım. Ne idüğü belirsiz bir “abi”! Burnunu silmekten aciz, zavallı bir adam! Emir-komuta??
Çayyolu’nda lüks bir villa. Gizli buluşma. Generaller, amiraller, albaylar... Abinin müsaadesi ya da eşliğinde dışarı çıkabiliyorsun.
“Darbenin nasıl gerçekleştirileceği değil, Başbakan’ının, Cumhurbaşkanı’nın, MİT Müsteşarı’nın nasıl alınıp nereye bırakılacağı konuşulmuştu, onu hatırlıyorum.”
“Cumhurbaşkanın Huber köşkünden alınacaktı.”
“Bu darbe nasıl başlayacaktı, kaçta, hangi şehirde?”
“Gece üçte başlayacaktı diye konuşuldu. Ama hangi hareketle bilmiyorum.”
Ölüm kalım meselesi diye çağrılmış.
Kendisine görevi sonradan telefon mesajıyla gönderilmiş.

HER YER ŞEYTAN DOLU

Odalarda ayrı toplantılar. Namaz öncesi biraraya getiriliyorlar. Ortak namaz. Sivil bir şahıs kıldırıyor. Adil Öksüz’müş meğer sonradan öğreniyor. 15 dakika her seferinde vaaz veriyor. Gidiyor yan odadan telefonla konuşuyor. Büyüğümüzle görüştüm selamı var diyor. Herkes anlıyor kimin olduğunu.
Öyle her şey konuşulmuyor ortada. Adil Öksüz imam efendi diyor ki,
“Her yer şeytan dolu. Yerin kulağı var. İçimizde de şeytan olabilir.”
Peki, darbenin komutanı kim?
“Hulusi Akar olmadan olmaz” dendi
Adil Öksüz, bir bilenle konuşup yan odadan haber getiriyor.
“İletin. Bu yaz sizi gönderecekler, diye iletin; ikna edersiniz” demiş
“Eğer edilemezse Akın Öztürk başa geçecek. Ederse alt birim kurulacak.”
Bir amiral nasıl bir imamdan talimat alır hale gelir. Genelkurmay başkanına ilişkin kararların verilmesine izin verir?
Bir avukatın “İtirafçı olanların dinden çıkacağı konusunda fetvası oldu. Ondan bildiklerini anlatmıyor olabilirler mi?” sorusuna verilen yanıt şuydu:
“Gençlikten bu yana örgülenmiştir. Dini inancından dolayı da anlatmaz. Ahiretini yakmak istemez.
Dava adamıdır. Ser gider, sır gitmez.”
İşte onun için “örgütleniyor.”
Cumhuriyet ve devrimlerine darbe vurulur. Türkiye; ekonomisiyle, siyasetiyle toplumsal kültürüyle emperyalizme boyun eğer hale getirilir. Dincilik Türkiye’nin yapısına uygun formatlanır. Şablon yaratılır. Biat edecek, boyun eğecek, hak etmediğiniz yerlere gelmek için, birbirinin üzerine basarak yükselme kültürüyle donanır. Üstüne böyle bir adamın mendiline kurban örgüt cuk oturtulur.
Ama ne Türk milleti ne de ordusu bu yapıyı taşımaz. Silkeler atar. O salonda gördüklerim milletime de orduma da çok yabancıydılar. Ayrıca söyleyeyim sayıları da o kadar çok değildi. Menfaat bağı zayıftır. Çabuk çözülür.