Burukluk ya da geceye övgü

“Size Nasıl Anlatsam”a noktayı koydun. Dönüp bir kez daha okudun. Sağaltıcı söze tutunalı beri geceni unuttun. Kurudu madem göz pınarların, kılıçlar fayda etmez!

Şimdi karşındaydı bakışlarıyla.

-Gözlerin yoktu,

ellerindeydi söylemediklerin.

Oturup, “Şimdi Size Anlatsam”ı da yazmıştın. İç ve dış metinlerdi. Birbirini ışıtan, ikiliklere bakan... Yalanla gerçeği sırlayan, acıyla sevinci barındıran, siyahla beyazı anlatan...

-Hangi gök taşır sizi,

dokunmayan bir dildi yaban duruşlar.

Bu kez bir geyik avcısıydın. Sese tutkun... Yabanıl zamanı seçen... İncinmesin dediğin gözlerin tufanına aldırmayanı, unutmak istiyorsun işte.

Rüya bu ya; kapısız bir yol vardı önünüzde. Yılanların ardına düşmüştünüz ikiniz de. O Şahmeran olmak derdindeydi. Sense deri değiştiren yılanların bıraktıklarını topluyordun. Çocukların uğultulu sesleri geliyordu ardınızdan:

“Derici... derici... Yılancı... yılancı...”

Oysa acıyı derliyordun, kimse farkında değildi! Can sızısının umurunda olmadan yaşamak buydu işte. Bırakıp gidenin sızısına aldırmayan “yeni hayat”ın şenliği vardı gülüşlerinde.

“Şimdi selametteyim,” diyen bakışın üstelik...

Oysa biliyordun ki; deri değiştirmeden yaşam zordur. Nefessiz kalmaktan beter!

Kederin biriktirdiği söze uzaksın. Dolunay yansıması vardı aranızda, bunu hissettiğinde, gözlerin nemlenmişti. Oysa ne zor gösterendin! İçinden akan ırmakları anlatamazdın. Hissetmek başka, yaşamak başka...

Güne teyel edilen sözlerle yaşayanların yabanında tek bir söz vardı aranızda, o kadar.

Hadi, avuntulayın günü; ışıltılı neonlar asın bahçelerinize; gecenize esrik bir kısrak gibi girsin güneş. Yatağınızı soğutmayın, varın buna deyin ki; aşk!

Bir çağanoz sesi var havada! Nerden çıktı bu rüzgâr. Kimdir sizi yerinden yurdundan eden; hangi göz buhurdanlık yapmış acılarınızı söyleyin. Sabahın tufeylisi kim peki; aranızdaki gölge haz avcısı belki de!

Atikali’den sesi geliyor şairin; cepkenler fora, yıldız bakışlısın sen, sevmeden edemem çocuk. Hadi toparlayın avanelerinizi bu yer bize göre değil.

Gitmeli, en dar yerine zamanın. Unutmalı bütün çocuk saflıklarını, bize Cellat Kâmil’in elleri gerek. Bu cinnet çağında, sevmek için beklemek, hatta incelmek yetmiyor. Ne demişti şair:

-Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya.

Cam ustası olsan nafile, nefesin yetmiyor kristalize etmeye aşkı.

Eğlencelik bir güne bedel gözlerdeki sır. Hadi, avut kendini bend-i bahir, şairler safında değilsin nasılsa. Cümle eksiklikleri bitiren yalan söze tutunma. De ki:

Ben o yârin çölünde kum

Bahrinde su, elinde mum

(Mustafa SeyitSutüven)

Canını yakan seher bakışlı kim peki, abi? Öyle demişti tinerci çocuk. Üç kuruşla sevinmesi dokunmuştu sana. Şimdi eşitiz diyememiştin. Ama gene de, gel hadi bırak akçeyi filan karşılıklı bir çorba içelim seninle derbeder!

Isınmıştı içiniz. O açlıktan, sen acıdan kırağı kesmiştiniz.

Öyledir, herkes kendi gecesini yaşar. “Sabahı bekleyen kim abi, her şey bir telaş bir korku; gece iyidir,” demişti derbeder. Bilgelik buradan çıkıyor belki de; bırakılmışlık sokakta beslenir.

Gitmeyi seçen özgürdür. Tutsaklık kötü. Oysa içeride de dışarıda da akıp durandır bu. Kendi acınla uğunmak niye?

Hadi çık sokaklara. Bak gene geliyor ikinci cemre. Üstelik bahar da değil. İçinde filizlenenleri bir sardunyalı saksıya ek. Beklemeden git. Gözlerin gözelerinde madem, unut. Nasılsa ikinci bir hayat toprakta filizlenecek. Yaşamaya değer de budur belki de. Yaşam var sen yaşarken. Ölüm artık ölenlere sorulmaz. Kalanlar çeksin acılarını.