Büyük Türkiye nasıl kurulur?

Büyük Türkiye, iktidarın uzun yıllardan bu yana kullandığı bir slogan.

Siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda söz sahibi bir Türkiye söylemiyle içi doldurulan bu slogan, haliyle toplumun geniş kesimlerinin desteğini alıyor.

Türk milletinin binlerce yıllık imparatorluk, devlet ve fetih geleneğinin oluşturduğu genetik kodlarının bu destekte etkisi yadsınamaz.

Sonuçta kim ülkesinin güçlenmesini, uluslararası kamuoyunda söz sahibi olmasını istemez ki?

Diğer yandan iktidar bu ikna edici ve güzel sloganı, dış politikada attığı adımların yanı sıra iç politikada son dönemde iktidar sözcüleri tarafından sıklıkla dillendirilen, Abdülhamit ve Mustafa Kemal Atatürk’ü aynı potada eriten tarih tezini gerekçelendirmek için de kullanıyor.

Bu iki noktada düştüğümüz şerhleri açıklamadan evvel, söz konusu itiraz ve eleştirilerimizi Batı yanlılığı veya Türkiye’nin çıkarlarına aykırı davranmakla itham etmenin abesle iştigal olduğunu belirtelim.

BÜYÜK TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

Atlantik İttifakı’na olan bağımlılığından dolayı Türk dış siyaseti uzun yıllar boyunca tam anlamıyla bağımsız bir çizgi izlemekten uzak kaldı.

Bu süreç içerisinde komşularla sürdürülen ilişkilerde Atlantik etkisi hakimse de milli menfaatler doğrultusunda adımlar atılmaya çalışıldı.

Ankara’nın temel siyaseti, komşu ülkelerin iktidarlarıyla direkt temas kurmak ve iç işlerine mümkün olduğunca karışmama olsa da anlaşmazlıklar halinde Irak ve Suriye’de Türkmenler başta olmak üzere Osmanlı bakiyesi etnik gruplar üzerinden etki yaratma kartı da masada tutuldu.

1980 sonrası dönemde, ABD’nin önce Yeşil Kuşak sonrasında ise Büyük Ortadoğu Projesi’yle uyumlu bir biçimde Türk dış politikası Balkanlar ve Ortadoğu’da din eksenli bir ivme kazanarak Sünni gruplar üzerinden şekillenmeye başladı. Türkmen kartının yanına Sünni gruplar da katılmıştı.

Bu siyaset, "Bir yandan milli çıkarlarımızı muhafaza ederken diğer yandan Batı ittifakıyla iyi ilişkilerimizi koruyoruz" argümanıyla “kazan kazan” ilişkisi olarak kabul edildi ve içselleştirildi.

2001’de İkiz Kuleler saldırısı sonrası Irak ve Afganistan müdahaleleri başta olmak üzere bölgede yükselen ABD etkisi ve sonrasında Kuzey Afrika merkezli patlak veren “Arap Baharı” süreçlerinde Türkiye’de iktidarda olan kuvvetler, kısmi sapmalar olsa da Atlantik projelerinde uyumlu roller aldılar.

Ancak yükselen Atlantikçi fırtına, Asya ve Afrika’yı tam olarak etkisi altına alamadı.

Çin ve Rusya başta olmak üzere bölge ülkelerinin karşı hamleleri, Suriye başta olmak üzere ön cephelerdeki direnişler, diğer yandan ABD ve Avrupa ülkelerinin ekonomik ve sosyal yönden zayıf düşmesi ve kendi içlerindeki çatlaklar, dünyayı bambaşka bir yöne doğru sürükledi.

BÜYÜK TÜRKİYE VE ÇOK KUTUPLU DÜNYA

Çok kutuplu dünya olarak nitelendirilen bu yeni süreçte, Atlantik merkez olmaktan çıkarken farklı noktalarda yeni güç odakları oluşmaya başladı.

Türkiye de dünyadaki bu genel eğilime uyum sağlayarak, “denge siyaseti” adı altında Atlantik’ten uzaklaşan fakat bağlarını tamamen koparmayan diğer yandan ise Asya kuvvetlerine yaklaşan fakat tamamen entegre olmayan bir siyasete yöneldi. Bu yönelişin iktidarın bir tercihi değil dünyadaki genel yönelimin bir sonucu olduğunun altını çizelim.

“Büyük Türkiye” sloganıyla beraber bu yeni yöneliş bir adım daha ileriye taşındı ve Türkiye’nin “merkez kuvvet” olma iddiası dillendirilmeye başlandı.

Sınırlarımız yakınında PKK koridorunu engellemek ve Mavi Vatan’a sahip çıkmak gibi milli menfaatlerimizi koruma yönünde atılan öz itibarıyla savunmaya yönelik adımların, yeni bir aşamaya geçerek tıpkı İran’ın yaptığı gibi önleyici bir savaş doktrinine dönüşüp dönüşmeyeceği sorusu önümüzde duruyor.

Türkiye’nin Afrika ve Ortadoğu’da çıkarları doğrultusunda etkisini arttırması doğrudur ve elbette desteklenmelidir. Fakat çıkarları koruma ve etkiyi arttırma adına yarın daha büyük sorunlara neden olabilecek ve hatta emperyalizmin bölgedeki yeni planlarına bilmeden hizmet eden adımları eleştirmek ve önerilerde bulunmak mecburidir.

Somutlaştırırsak;

1. Türkiye’nin Suriye’de PKK koridoruna karşı sürdürdüğü mücadele haklıdır. Bu mücadele esnasında Rusya ve İran’la Astana şemsiyesi altında girişilen işbirliği devam ettirilmelidir. Fakat iktidarın hala Esad yönetimiyle el sıkışmayı reddedip süreci uzatması, emperyalizmin ekmeğine yağ sürmektedir. Esad karşıtlığını, “bölge ezilenlerinin koruyucusu Büyük Türkiye” sloganıyla iç politika malzemesi yapmak ise kabul edilemez bir durumdur.

Türkiye’nin etkisi artacak ve daim olacak iddiasıyla Suriye’nin bölünmesini desteklemek veya göz yummak, orta ve uzun vadede Büyük Ortadoğu Projesi benzeri Atlantik planlarını kuvvetlendirecektir.

2. Doğu Akdeniz’de Mısır yönetimiyle ilişki kurmayı reddetmek yanlıştır. Körfez ve Batılı kuvvetlerle yakınlaşan Sisi yönetimi gelip geçicidir. Aslolan Mısır Devleti ve milletidir.

Bölgedeki İhvancı gruplar üzerinde etkili olmak adına Kahire’yi reddetmenin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımıza zarar verdiği konusunda uzmanların tamamı hem fikir. Diğer yandan bu ısrar, Arap dünyasında Türkiye’nin ABD-İsrail-Körfez planları doğrultusunda izole edilmesini ve yalnızlaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.

İktidarın “Büyük Türkiye” siyaseti, Ortadoğu’da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya doğru sürüklenmektedir.

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK TÜRKİYESİ

Dış politikada siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda “Büyük Türkiye”yi kurmanın yolu emperyalizme karşı tıpkı Mustafa Kemal Atatürk döneminde olduğu gibi ittifaklar yaratabilmekten geçmektedir.

Bu doğrultuda Rusya’yla ilişkileri geliştirmek yerinde bir karardır fakat yeterli değildir. İran ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle de doğru zeminlerde işbirliği imkanları yaratmak gerekmektedir. Diğer yandan, emperyalizmle Suriye ve Irak başta olmak üzere bölge ülkelerinin birliğini savunarak mücadele edilebilir.

Türkiye, bölge ülkelerine yol gösterebilecek potansiyele sahiptir. Atatürk döneminde izlenen siyasetlerin Cezayir’den Pakistan’a geniş bir coğrafyada ses getirdiğini ve uygulanmaya çalışıldığını tarih yazmaktadır.

Komşularla çatışma, emperyalizmin yararınadır. Komşularla işbirliği ise gerçek anlamda “Büyük Türkiye”nin kuruluşunu kolaylaştıracaktır.

Reel politika, tarihi ve sosyal gerçekliklerden bağımsız değildir.

Aksi halde, reel politika adı altında tıpkı Davutoğlu döneminde olduğu gibi akademik hezeyanlara, Siyasal İslamcı masallara teslim olursunuz.

BÜYÜK TÜRKİYE’NİN TARİHİ KÖKLERİ

Diğer yandan iktidar “Büyük Türkiye” iddiasını sadece dış politikada değil, içeride bu iddiaya uygun bir tarih yazımıyla da kuvvetlendirmeye çalışıyor.

Bu doğrultuda, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın yeni tarih yazımı amacıyla Abdülhamit ve Mustafa Kemal Atatürk’ü aynı potada eritmeye kalkışan sözlerini sadece Batı karşıtlığına indirgeyerek tartışmak yetersizdir.

Türkiye’de 90’ların başından itibaren yapılan anketlerin tamamında ABD baş tehdit olarak çıkan bir ülke. Bu durum, toplumun çeşitli noktalarına yerleşmiş bir avuç Batı muhibi ve peşinde sürüklenen aymaz dışında halkımızın çoğunluğunun, tehdidin nereden geldiğini tespit ettiğini gösteriyor.

Dolayısıyla asıl tartışma kimin ne kadar Batı karşıtı olduğu değil, emperyalizme karşı nasıl bir zeminde mücadele edileceğidir.

Kalın konuşmalarında, Abdülhamit savunusunu, Putin Rusya’sının Stalin ve Çarlık dönemini bir devamlılık içinde değerlendirerek sahip çıkmasıyla gerekçelendirmekte ve devletçi bir şekil vermeye çalışmaktadır.

Çok uluslu ve federatif yapıya sahip, pek çok alanda imparatorluk geleneğini sürdüren Rusya’yı, 1923’ten itibaren ulus-devlet yapısını kabul etmiş Türkiye’ye örnek olarak göstermek ne kadar doğrudur?

Rusya, milli demokratik devrimini tamamlamış hatta çok ileri bir aşama olan Sosyalizm tecrübesini yaşamış bir ülkedir. Moskova, Sovyetler’in çöküşüne rağmen ana gövdesini ve etki alanını korumayı başardı.

Türkiye’nin milli demokratik devrim yolunda attığı adımların ise yarım kaldığı, bugün bütün çevreler tarafından kabul edilmektedir. Konuyu çok fazla dağıtmaya gerek yok fakat bugün hala Doğu illerinden seçilen vekillerin çoğunun toprak ağası ailelerden gelmesi bu duruma basit bir örnektir. Diğer yandan; süren laiklik tartışmaları, oturmamış ekonomik, sosyal ve kültürel yapı gibi sorular önümüzdedir.

Böylesine bozuk bir zeminde, doğru bir hatta dayanmadan Abdülhamit güzellemeleriyle “Büyük Türkiye” iddiasına soyunmak masal okumaktan ibarettir.

Gecekondu değil de temelleri bu toprakların kökleriyle uyumlu bir ev kurmaksa derdimiz, doğru örnek tarihimizde, Fatihlerin, Namık Kemallerin mirasçısı Mustafa Kemal Atatürk’te yatmaktadır.



Not: 30 Ağustos ruhuyla nice zaferlere… Bayramımız kutlu olsun!