Çağdaş müzecilik masalı…

Garip bir paradoks… Bir yandan müzelik sinema mekanlarını yakıp yıkarken, öbür yandan da içinde sinema olmayan sinema müzelerini kurmaya çalışıyoruz… Sanıyorum Beyoğlu, artık sinemaların orta yeri değil de, sinema müzelerinin merkezi olacak.

Öte yandan bir kentin gelişmişliğinin tek ölçüde de müzelerdir… Bizim bu alanda başarılı olduğumuz pek söylenemez. Nitelik ve de nicelik olarak müzelerimizin durumu değerlendirildiğinde, ortaya çıkan sonucun, Batı’daki örneklerinden çok aşağılarda olduğunu görmekte gecikmeyiz…

Yukardaki iki paragraf birbiriyle çelişkiliymiş gibi gözükebilir. Ama hiç de öyle değildir. Yalnızca müze gibi müze ile, müzecilik oyununu birbirinden ayırt etmek için, böylesine bir girişe gereksinim duydum. Bizim yaptığımız, yapmaya çalıştığımız ve bundan sonra da yapacağımız bir çok müze de, aslında her zaman savunduğumuz ve azlığından yakındığımız gerçek bir müze kriterlerine pek uymuyor. Yalnızca adı müze oluyor. Ama yapılan –ya da yapılmak istenen- asla yapıldığı alanın ne geçmişini, ne bugününü ne de ileriye dönük yanını ortaya koymuyor, koyamıyor…. Daha açıkçası, günümüz siyasetinde kullanıla gelen bir sloganla, ne yerli, ne de milli olabiliyor…

Türkiye’de yeni açılan ve açılacak olan –projelerini bildiğimiz- bir çok müze, ne yazık ki açılacağa alana ilişkin müzelik malzemeye sahip değiller. Üstelik bu malzemenin nereden, nasıl temin edilebileceği bilgi, birikim ve de kadrolarına da sahip değildir. Bu durumda genellikle iki yola başvurulur: Bunlardan birisi teknolojiye sığınıp görsellikle göz boyamak, yani hoş ama boş müzeler oluşturmak, ikincisi ise eserin aslı yerine kopyasını teşhire yönelmek…

Bu iki yolun da çok tehlikeli olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Ülkemize dışardan gelen uluslararası antika kuruluşlarının temsilcileriyle, kimi uzman yabancı müzecilerin verdikleri beyanlara bakıldığında, bu tür müzeciliğin bizim gibi ülkelerde nasıl yerleştirilmek istendiğini rahatlıkla gözleyebilirsiniz.

Bu tür uzmanların (!) bizlere aşılamak istediği tek şey ise; eserlerin orijinalleri yerine, teknolojinin bizlere sunduğu olanaklarından yararlanarak sözüm ona çağdaş müzeleri oluşturmak… Yani birkaç ekran, birkaç grafik, birkaç tane de dijital düzenleme… Yani bir çok kentimizde örneği olduğu gibi, tabana basıp, önünüzdeki ekranda hayalini çizimlerini, planlarını ya da fotoğraflarını izlemeniz gibi… Yani bunları görmeniz için o müzelere gitmenize hiç gerek yoktur. Daha fazlasını, bilgisayarınızda ufak bir gezinti ile görebilirsiniz. Önümüzdeki aylarda, yıktığımız, yaktığımız, yok ettiğimiz sinemaların semtinde bir sinema müzesi açılacak. Hem de yüz metre ilerisinde bir başka sinema müzesi olmasına karşılık… Ne güzel…Keşke bir üçüncü bir dördüncüsü de açılsa, o sinemaların orta yeri dediğimiz semt, bu kez de müzelerin semti olsa… Buna kimsenin bir itirazı olmaz. Çünkü önemli olan, sinema müzelerini bakkal dükkanı gibi açmak değil, içlerini; bizden olan, o alana ilişkin obje ve benzerleriyle donatarak, yıllardır bağışlanmaz bir hoyratlıkla yok ettiklerimizden arda kalanları yarınlarara taşımaktır.

Çok merak ediyorum…. Bu müzede acaba, bir dizi teknolojik atraksiyonların dışında, sinemamızın her hangi bir dönemini, sanatçısını, olay ve de olgusunu anımsatacak, tanıdık, bildik, yani “yerli” ve de “milli” olan, kısacası bizden olan ne olacak? Merakla bekliyorum…

İnanın yaktığımız Elhamra’da Atatürk’ün film izlediği koltuk ile yıktığımız Emek’in tabelasını, ya da ne bileyim, Lütfi Akad’ın daktilosuyla, Metin Erksan’ın elle yazdığı senaryolarından birini bile bu müzede görmek, başkalarını bilmem ama, beni ziyadesiyle memnun edecek…

Dilerim ki yanılan biz, kazanan ise sinemamız olur...