Çağının Gerçekleriyle Yüzleşen Sanatçı Kutsanır

Tarihteki önemli yazarların, yaşadıkları toplumdaki alt üst oluşların, sarsıcı değişimlerin en soylu ve en dramatik anlarına tanıklık edenler arasından çıkması rastlantı değildir. Bu yazarlar yıkıntıların üzerinden yükselen ‘yeninin’ en iyi görgü tanıklarıdır. Bir anlamda ‘zamanın ruhunu’ yaşamış ve aktarabilmiş kişilerdir. Bunun için de eserleri ölümsüzlük payesiyle onurlandırılmıştır.
Geçen hafta Cumhuriyet gazetesinde ‘Ne Yapmalı’ başlığıyla yayımlanan yazısında Özdemir İnce, yazarın yaşadığı çağa olan ahlaki sorumluluğunu hatırlatırken Sartre’ın, “yazarın elinde çağından kaçmak için hiçbir olanak bulunmadığına göre, kaçmaya kalkışacak yerde onu sımsıkı kucaklamasını istiyoruz; çağı onun tek şansıdır: ikisi de birbiri için yaratılmışlardır. Balzac’ın 48 günleri karşısındaki kayıtsızlığına, Flaubert’in Komün olayı karşısındaki korkulu anlayışsızlığına, ‘yazık olmuş!’ diyoruz; ama onlar için yazık olmuş: Önlerine çok büyük bir fırsat çıkmış, ama onlar bunu bir daha yakalayamamak üzere kaçırmışlar. Biz ise çağımızın hiçbir şeyini kaçırmak istemiyoruz” sözlerine atıf yapmıştı.
Neden Flaubert, yaşadığı çağı, ‘insanlığın yıldızının parladığı’ anları görememiştir? Politik görüşü mü yoksa sanat anlayışı mıdır Flaubert’i körleştiren, zamanın ruhunu yakalamasına engel olan?
Sartre’ın da çok iyi bildiği gibi, Flaubert’in Komün’e sahip çıkmak, onu savunmak gibi bir siyasi yaklaşımı olmadığı gibi, barikat önünde kahramanca savaşan isçiyi ustalıkla betimleyebilecek estetik bakıştan, epik ruhtan da yoksundu. Zaten Duygusal Eğitim kitabında Parisli işçilerle arasındaki ahlaki farkı ortaya koymuştu.
Sartre, “romanın tekniği bizi sürekli olarak romancının metafizik anlayışına götürür” sözüyle, yazarın politik görüşüyle gördüğü dünyayı betimleme biçimi arasındaki ayrılmaz bağı dile getirmiştir.
Flaubert’in eserlerindeki ‘kusursuz’ tekniği de onun dünya görüşünün sınırlarını açığa vurmaktadır.

Hayal etmeyi yadsımak!
Doğalcı okulun kaçınılmaz kusuru burada ortaya çıkar. Doğalcı yazarlar kütüphanelerde, müzelerde zaman geçirip, arkeologlar ve istatistikçilerin konferanslarını takip ederek romanları için malzeme biriktiriyorlardı. Eserleriyle sanki sosyologlarla tarihçilere rakip olmayı amaçlıyorlardı. Neredeyse kurguyu yadsımışlardı.
Flaubert’in eserlerinde kurgunun solup gitmesinin temel nedeni, dış dünyayı betimlerken fiziksel nesneleri varlık nedenlerinden ve insani bağlamlarından koparmasıdır. Charles Bovary’in şapkasını betimlediği uzun pasaj tipik bir örnektir. Romanda yaşamın akışı, şapkanın ayrıntılı tasviriyle bozulur. Şapkayı yılmadan tüm detaylarıyla betimlerken, Parisli işçileri görmezden gelmesi, Henry James’in övmek için söylediği, “Flaubert, orta sınıfın gerçek yazarıdır” değerlendirmesi, durumu özetlemektedir.
Yalnızca deneysel dünyayı kayda geçiren, gerçekliği hiçbir duygu taşımadan olduğu gibi aktaran bir kamera gibi gören kuramdan hareket eden yazarın, isçi sınıfının umut ve korkularını, tutum ve değerlerini algılayamaması kaçınılmazdır. Belki kusur Flaubert’te değil, bilimsel çalışmalarına işçi sınıfını dahil etmeyen sosyologlarındır!
Var olan gerçekliği ‘bilimsel’ titizlikle kayda geçirmeyi, romandan hayal etmeyi neredeyse dışlayan yazarın, işçi sınıfının ütopyalarını, hayallerini anlamasını beklememek gerekir. Sürekli devinim halinde, dönüp değişen dış dünyayı kendi dilinin sınırlarına hapsetmeye çalışan yazarın, hapsedildiği koşulları yıkarak kendisini ve tüm dünyayı özgürleştirmek isteyen sınıfın enerjisini, kendi dilinin olanaklarıyla kavrayamayacağı açıktır.
Balzac’ın kayıtsızlığıysa başkadır; o burjuva toplumundan o denli nefret ediyor ki, böylesine çürümüş bir toplumda iyi şeylerin yeşereceğine ihtimal bile vermiyordu.

Sanatçının vicdanı
Flaubert’in çağdaşı, doğalcı okulun diğer önemli yazarı Zola’nın eserlerindeki politik tavrı nasıl açıklayacağız? Eğer teknik yazarın politik görüşünü yansıtıyorsa, Zola’nın Germinal’de işçi sınıfının ruhunu, Yıkılış’ta ikinci imparatorluğun çöküşünü ve Paris Komünü’nü ustalıkla betimleyebilmesini sağlayan şey nedir?
Kendisini en ‘bilimsel’ sandığı yerde ortaya çıkan dehası, hayal gücünün renkliliği ve ahlaki tavrı sayesinde Zola, değerli eserler kaleme alabilmiştir. Zola her ne kadar Balzac ve Stendhal’i, gerçekçiliği hayal gücüyle bozdukları için eleştirse de, ne mutlu ki kendisi de aynı hatayı tekrarlamıştır!
Paris’in Karnı eserinde iki kadın bir mandıranın deposunda Florent’in kriminal geçmişi hakkında dedikodu yaparken, peynirlerin sıcaktan eriyip kokmaya başladığı unutulmaz sahne, Balzac’ın Goriot Baba’da pansiyon sahibi kadının eteğindeki lekeden, yemek kokusundan konutun toplumsal kimliğini ifşa ettiği sahneyle aynı ustalıktadır.
Zola, sanat kuramına rağmen nesneleri, olayları insanla olan bağlamından koparmadan anlatmıştır. Sanatçının vicdanı tekniğine üstün gelmiştir. Bunun için Paris Komünü’ndeki işçi sınıfının ayaklanmasını eserinde estetize etmeye çalışmıştır. Dreyfus davası başta olmak üzere, her dönem sanatçı sorumluluğuyla kamuoyu önüne çıkmıştır.

Sanatçı politik gücüyle yaratır
Yazarın metafizik derinliğidir eserlerindeki karakterlerini tüm zaaflarına rağmen tanrısal ışıkla betimlemesini sağlayan, bu karakterlere soylu bir hava veren. Neden Anna Karanina’ya hayran kalırız da, Emma Bovary’in dizginlenmemiş tutkularına rağmen onu buz kütlesi gibi soğuk buluruz? Oysa iki kadın da aynı ahlaki zaafa düşmüştür! Çünkü Tolstoy çağının en büyük tanığı olmuştur, Rusya’da serfliğin kaldırılmasından, köylülerin hak ve özgürlükleri için, Çarlık’ın emperyal savaşına karşı en kararlı mücadeleyi veren yazarların başında gelir.
Tolstoy gibi çağının vicdanı olmasına rağmen, neden Zola’yı ve eserlerini başyapıtlar arasında sayamıyoruz? Şüphesiz bu soruya itiraz edenler olacaktır, kaldı ki soruya tatmin edici tek bir cevap vermek de oldukça zor. Konumuz bağlamında şunu söyleyebiliriz ki; Zola vicdanının sesiyle hayal gücünü boğan tekniğinin sınırlarını yer yer aşabilmişse de tutkulu, derinlikli ve tutarlı bir politik görüşünün olmamasından dolayı Stendhal’in Julien Sorel’i, Hugo’nun Jean Valjean’i, Tolstoy’un Levin gibi bir karakter yaratamamıştır.
Flaubert Paris Komünü’ndeki savaştan kaçarak, Salammbo ve La Tentation de Saint Antogoine eserlerinde antik dönemdeki ‘kahramanlıklara’ sığınmıştı. Zola, estetik anlayışından dolayı politik görüşünün yaratıcı enerjisini dağıtmıştı. Balzac, yeni bir dünyayı müjdeleyen işçi sınıfının flamalarını göremeyecek kadar gözlerini geçmişe dikmişti.
Bugünse, sanatçının işi çok daha zordur. Yaşadığı tüm felaketler, yoksulluklar karşısında sesi her geçen gün kısılan işçi sınıfının sesi olabilecek eserleri yaratacak sanatçılara her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Malraux’nun Les Voix du Silence (Sessizliğin Sesleri) eserinde dediği gibi insan, insanlık durumunun sonluluğu ile yıldızlarının sonsuzluğu arasında sıkışıp kalmıştır. Yazar yeniden ahlaki sorumluluğu gereği siyasetin merkezindeki yerini almalı, dünyayı berrak biçimde görmesini engelleyen modern anlatım tekniklerini parçalayarak, onu hayatla buluşturacak biçimleri kucaklamalıdır. Böylelikle sessizliğe itilen işçi sınıfının sesi olan sanatçı, aynı zamanda kendi sanatının çıkmazlarından da kurtulabilecektir, ‘yeniyi’ daha yeşermeden önsezileriyle kavrayacaktır.
Yeni bir uygarlığın doğum sancıları yaşanırken, sanatçı ve işçi sınıfı politikayla estetiğin birleştiği bu noktada kendilerini yeniden yaratacaktır.