Çatışan güvenlikler

ABD’nin PYD’yi beş gün içinde güvenli bölge dışına çıkarmayı kabul etmesi ile Türkiye şimdilik istediğini almış durumda. Fakat bu durumun çok uzun süreceğini sanmak yanılgı olur. Çünkü bölgemizde istikrarsızlığın esas kaynağını oluşturan ABD açısından, PYD’nin desteklenmesi bir siyasi tercih değil, zorunluluk. ABD’nin 21. yüzyılda Çin karşısında süper güç konumunu koruyabilmesi, Ortadoğu’ya müdahale etmesini gerektiriyor. Bir başka deyişle, ABD için PYD’ye bir terör devleti kurdurmak dışında bir yol yok. Bu nedenle güvenli bölge konusunda ABD ile Türkiye arasındaki anlaşma ancak bir modus vivendi (geçici uzlaşma) karakteri taşıyabilir.

Bu nedenle CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun, geçtiğimiz Salı yaptığı grup toplantısında “Bugün neredeyse dünyanın tamamını kendimize düşman ilan ettik” şeklindeki sözleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu salt Erdoğan yönetiminin öznel hatalarına bağlayan ve nesnel süreçleri görmezden gelen bir yaklaşımı yansıtıyor. Erdoğan yönetiminin, arkada kalan dönemde Suriye konusunda hatalar yaptığı açık bir gerçek. Ancak bir yandan da şunun iyi anlaşılması gerekiyor: ABD’nin güvenliği başka ülkelerin güvenliği ile aynı anlama gelmez. Sözgelimi egemen bir ulus devlet olarak ABD, sınır komşuları olan Kanada ve Meksika’dan gelebilecek tehditlere karşı uyanık olmakla yetinebilirdi. Ancak bir süper güç olarak, kendisine meydan okuma ihtimali olan her devleti denetim altında tutmasına dönük küresel bir güvenlik anlayışını uyguluyor. ABD’nin liderliğini benimseyen diğer ulus devletlerin yerel milli güvenlikleri, ABD’nin küresel güvenliğine eklemlenmek zorunda. Eğer ABD’nin küresel güvenliği uğruna yerel bir devletin ulusal güvenliğinin feda edilmesi gerekiyorsa, önemli olan “sistem”in yaşaması olduğu için, o devlet feda ediliyor.
ABD Suriye’de PYD’yi kendi küresel güvenliğini sağlamak amacıyla destekliyor. Erdoğan yönetimi hatalar yapmamış olsaydı bile, ABD, Çin liderliğindeki Asya bloğunun yükselişini kontrol edebilmek için Ortadoğu’ya müdahale etmek zorundaydı. Öznel hatalar bu süreci kolaylaştırmaya ve ABD’nin daha ileri mevziler elde etmesine yaradı.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye “dünyayı” kendisine düşman etmedi. Batı ile Türkiye arasındaki güvenlik anlayışları arasındaki çelişkinin uzlaşmaz niteliği, İkinci Körfez Savaşı’ndan bu yana giderek belirgin hale geldi. Bu saatten sonra Türkiye ne yaparsa yapsın, ne kadar uyumlu ve işbirliğine istekli davranırsa davransın, ABD’nin küresel güvenliği gereği, PKK’yı yasallaştırmaya zorlanmak dışında bir baskıyla karşılaşmayacaktır. Şüphesiz “dünyayı” karşısına almamak adına PYD’nin seküler ve bize zararı olmayan bir örgüt olduğunu savunma yolu da tutulabilir. Bazı “sol” çevrelerde bu tür savrulmalar gözleniyor. Ancak Türk kamuoyu nezdinde inandırıcılık sağlama bakımından bu kesimlerin işi zor görünüyor. ABD ile Türkiye’nin nesnel güvenlik anlayışlarındaki çelişmenin bu denli keskinleştiği koşullarda, sürecin doğası kitlelerin bilincine ve siyasal dinamiklere anti Amerikan tavır olarak yansımaya başladı. Bundan sonraki süreçte Avrupa Birliği tam üyeliğini Atatürk’ün hedefi diye, NATO’culuğu solculuk diye, batı hayranlığını ilericilik diye sunmanın giderek zorlaşacağı bir döneme girdik. PKK-PYD’nin solculuğunu, emperyalizm işbirlikçiliğini gizleyerek, salt sekülerliği üzerinden Türk milletine kabul ettirebilmek için gerçeklere takla attırma yeteneğinden bile fazlası gerekecek.

Dolayısıyla Türkiye, kendisine milli egemenliğine ve ülke bütünlüğüne uygun milli bir güvenlik anlayışı tanımlayarak hareket edecekse, artık o emperyalist “dünya”nın düşmanlığını çekmekten başka bir kaderle karşılaşamaz. Dünya bize neden düşman diye düşünenlerin yanılgısı burada. ABD saldırganlığı, Türkiye’nin hataları ile değil, emperyalizmin küresel güvenliği ile ilişkili. Geldiğimiz aşama, bazı geçici uzlaşmalar vb. içermesi beklense de, genel bir eğilim olarak Türkiye’nin ulusal güvenliği ile ABD liderliğindeki sistemin küresel güvenliği arasındaki çelişmenin uzlaştırılması pek mümkün görünmüyor. ABD’nin PYD’den el çekmesi, Kukla Kürt devletinden vazgeçmesi ve Ortadoğu’yu dizayn etme iddiasından çekilmesi demek, Çin karşısındaki yenilgisini kabul etmesi demektir. Sürecin eninde sonunda ABD’yi bu noktaya getireceği öngörülebilir ama bu oluncaya kadar, hiç kimse, ABD’nin tam denetimindeki batılı ülkelerden Türkiye’nin haklı ve meşru harekâtını anlamasını beklememelidir. Bu tür ülkelerle yürütülecek diplomasi, düşmanlığın şiddetini yumuşatabilir ama nesnel temeli değiştirmeye yetmeyecektir.