Çaynana

Bakıyorsun taze gelin hanım “Baba demem kayınbabama” diye verip veriştiriyor, “Babam değil, niye babamın yerine başka biri koyayım...” Ama kayınbabadaki “kayın”, zaten Farsça kaim (a uzun okuna) sözcüğünden geliyor, yerine geçen demek. Kaim-baba diye söylenemeyince kayınbaba oluyor. Kaymakam (kaim-i makam), ikame falan hep aynı soydan. İyi ya gayme ne o halde? Hani yüz gayme falan denir paradan söz ederken: O da kaime, yüz yerine geçen gibi herhalde... Kayyum da aynı kökten.

Kaynanaya gelince, gelin hanım tabii ki anne demeyecek tamam da kelime kaim-anne ve kayın-anne hattında kaynanaya dönüşüyor. Kayın, eski Türklerde ana tanrıçayı barındıran ağaç bir yandan da. Karlı kayın ormanı var, macera dolu, hem çok güzel yürünür gece. Macera dedim; o da mâ cera’dan geliyor, suyun akışı anlamında, hoş! Bazı kötü kitaplar, kötü okurlar tarafından böyle nitelenir: Su gibi akıyor! Peki maceradan cereyana doğru gitsek... Cereyan da akış! Ya mecra; mecra da akan suyun kaynağı işte...

Bu arada yukarıdaki gelin hanım, kaynanaya misafirliğe giderken kuaföre uğrar, nispet olsun diye “ombre” yaptırır saçlarına, Latince gölge. Bu durumda şemsiyenin İngiliz dilinde umbrella olması da açıklanır. Gölgelik. Peki şemsiyenin de şems’ten gölgelik olması kaç gayme! Üstelik baharın eşiğinde yağmuru getirdi aklıma bu şemsiye. Normalde sevmem ama yağmurda çay içerek sokağı izlemek hoşuma gider. Çay deyince de semaver... Semaver Rusçadan (???????) gelir dilimize, samavar diye söylenir. Sama varit kelimelerinin birleşmesinden; kendi kendine kaynatan demek.

Kaynatan dedim, başa döneyim kayın-atadan kaynatayı da anayım. Her kelimeden her kelimeye giden bir yol var, arayıp bulayım.

KARA DEFTERDEN

Heinrich Heine ölürken “Tabii Tanrı affedecek beni, bu onun işi” demiş.

Dostoyevski çok daha önceden, misal Babil zamanında yaşasa Suç ve Ceza’yı yazamazdı. Zira bu dilde, iki kavram da aynı kelimeyle ifade edilir.

Adem ile Havva’nın Güncesi adlı müthiş öykünün de yazarı, büyük amcam Mark Twain der ki: “İyi bir kitaplık oluşturmaya ancak Jane Austen’in kitapları dışlanarak başlanabilir; hatta kitaplıkta başka hiçbir kitap olmasa bile, sırf Jane Austen’in kitapları alınmadığı için o kitaplığın iyi olduğu söylenebilir.”

Yirminci yüzyılın en baba arkeologlarından Sir Mortimer Wheeler, “Arkeoloji meslek değil kan davasıdır” diye buyurmuş.

Yidişçe yazan Nobelli Samuel Josef Agnon’un, Tel Aviv’de oturduğu sokakta, bir uyarı levhası bulunur: “Dikkat! Gürültü Etmeyin Agnon Çalışıyor.” Kültür denebilir!

Devlet Ana’nın ilk basımında görülen dürbün hakkında Ferit Edgü bir yazı yazıp Tahir ile alay eder çünkü yazarın söz ettiği dönemde henüz dürbün yoktur.

Google’sız zamanların büyülü nesnesi ansiklopedilerden biri olan Meydan Larouuse’ta kimler çalışmış bak: Oğuz Atay, Ece Ayhan, Oktay Akbal, Vedat Günyol, İsmet Zeki Eyüboğlu.

Aytmatov, Aziz Nesin’e “Biz Türklere domuz kılı deriz” demiş; Nesin nedenini sorunca cevaplamış üstat: “Domuz kılları yan yana gelince birbirini iter. O yüzden ondan iyi diş fırçası, saç fırçası yapılır; sizde de öyle.”

Necip matbuatımızda bir zamanlar hayat mı yaşam mı üzerine çıkan bir tartışmada Rauf Tamer, Tercüman’da şöyle buyurmuş: “Yaşam mı, ne bu yahu, bunun yaşı kurusu mu var!” Canım ustam Necati Tosuner de cevap vermiş: “Biz sizin kelam’ınıza bir şey diyor muyuz?”

Not: Geldik dayandık baharın eşiğine. İlk cemre bu gece havaya düşecek. Doğa yeşerecek. Füruğ Ferruhzad’ın o nefis şiirindeki gibi: “Ellerimi bahçeye dikiyorum / yeşereceğim biliyorum, biliyorum...”