Celal ile Fikret
Deniz Müzesi’nin Beşiktaş’taki yeni yerini görenler, ses verin bir zahmet! Hüseyin Hüsnü Paşa’nın portresi hâlâ duruyor mu orada; hani savaşa hayır, onun yerine imza toplarız demeyip 31 Mart’ı bastıran Hareket Ordusu’nun ilk komutanı Hüseyin Hüsnü. Sakallı Celal’ın da babası. Celal canım. Hani “bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz” diyen o nefis adam. Hiçbir taşıta binmeyip yürüyen Sakallı Celal, ayağında yaz kış postalları...
Ankara Gemisi duruyor mu peki? Hani Pearl Harbor’dan yara almadan çıkan tek ABD gemisi... Hastane olarak kullanıldığından dokunmaz Japonlar... Hani 1948 yılında ABD tarafından bize satılan. Duruyor mudur? Yok canım, niye dursun! Bizde muhafazakârlık korumak değil, elden çıkarmakla ilişkilidir. Gemi, Ekim 1977’de, ben üç günlük bebeyken sökülmek üzere Haliç’e, oradan İzmir Tersanesi’ne postalanır. 5 Mayıs 1981’de de tümden yok edilecektir. Tümden demeyeyim fakat dur; İstanbul - Kasımpaşa’da, Cami Altı Tersanesi’nin orada 242 yaşında bir cami var. Giderseniz, şadırvanına uğrayın, kafanızı kaldırıp yukarı bakınca göreceğiniz kurşun çatı Ankara Gemisi’nden. Denizcilik İşletmeleri’nin o zamanki müdürü Nezih Halim Neyzi Bey, hiç değilse bir hatıra kalsın diye gemiden...
NewYork’tan İstanbul’a salınır dururken Sakallı Celal de ara sıra Ankara Gemisi’nde çımacılık edermiş. Hatta geminin efsane kaptanı Şefik Gogen (ki Osman Öndeş yazdı hayatını, İş Bankası Kültür Yayınları bastı) bir gün ön güvertede Lamartine’in Le Lac adlı şiirini ezberden okuyan bu “işçiyi” görünce çok şaşırır. Para kullanmayı sevmeyen Celal, gemi seyahati için bu yolu seçermiş. Le Lac da ne şiirdir ama biliyor musun: “Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin / Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz / Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için / Demirleyemez miyiz?”
Sakallı Celal anlatsın da bak dinle: Günlerden bir gün, Galatasaray Lisesi’nde bir öğlen vakti. Koridor duvarına genç bir adam muzırlık olsun diye imza atmış. Tevfik Fikret de okul müdürü o zamanlar. Görmüş tabii, kaçar mı! Çocuk, suratında patlayacak tokadı bekleyedursun, şair, suçluya değil, duvara doğru yürüyüp cebinden çıkardığı küçük lastikle silmiş imzayı; o kadar, sadece o kadar... Sonra ne mi? Sonra odasının kapısı vurulmuş, haylaz ağlaya ağlaya Fikret’in ellerine kapanıp özür dilemiş.
Yine bir gün, azılılardan biri, yemekhanede sürahiyi kırmış, ardından da hademe çavuşla hırlaşmış (Galatasaray’da hademelere çavuş derler, büyük kısmı Çanakkale’de şehit olduğundan). İş büyüyünce Fikret’in karşısına çıkarılmışlar. Şair azılıya sormuş: “Siz mi kırdınız sürahiyi?” Cevap hemen: “Hayır efendim, ben kırmadım.” Bu dört kelime, yeminsiz, şahitsiz cevap yetmiş Fikret’e. Çavuşa dönmüş, “bir talebe yalan söylemez efendi, yanlış görmüşsünüz” deyivermiş. Dönüp çıkacaklar. Derken çocuk ağlayarak geri dönmüş, “affedin efendim, suçum birken iki oldu, hem kırdım hem yalan söyledim...” Görüyor musun bak, dayak yok, sopa, tehdit yok. Neden o halde? Sakallı Celal bunu, çok sayılan bir öğretmenin sevgisine baş eğmek diye özetliyor. Şüphesiz Fikret’in sevilmeme sebebi de bu, hak bildiği yolda yalnız yürüyenlerdendir Fikret. Yaşadığı çağı bunca aşmış biri, zaten neden sevilmek istensin ki... Ne diyordu efsanevi Sis şiirinde: “Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu; / Yalnız bu... ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu” (Hep riyanın, hasedin, kıskançlığın kiri / Yalnız bu ve yalnız bununla yükselme ümidi...)
UĞUR OLA ENVER ABİ!
“Osman abi gömülürken / Derin baktım mezara / Ben bile sığarım dedim / Biraz daha uzun olsa.”
Şiir Enver Ercan’ın, geçen hafta yitirdik. Öyle pek pek muhabbetimiz olmadı yaşarken. Oturup bir kahve, bira içmişliğimiz de yok. Yabanın biriyimdir. Nicedir yazar çizerden çok yazıp çizmeyenlerle görüşmekteyim, yazarlarla ve kitaplarla masalarda, raflarda, sayfalarda buluşmak daha iyi. Gelgelelim gizliden de kimi yazarları çok sever, kiminden haz etmem. İkinci gruptakilerle zaten görüşmem de birincilerle de ilişkim tuhaf seyreder. Sevmek, der Kundera, insanın gücünden vazgeçmesi... Vazgeçerim. Sevmekle ilişkili çünkü.
“çok dar değildi mezar / üstelik zemin de iyi / yine de üstüne atılan toprak / pek hoşuna gitmedi / imam nerden bilsin / yıldızları çok severdi rahmetli”
İnsandır; hep aynı olmasını bekleme, değişmeye inanırım. Enver Abi, otuz yıldır Türkiye’nin en eski dergilerinden Varlık’ı yönetiyordu. İyi miydi, kötü mü; Varlık’ın eski hali, bugünkü hali; bambaşka yazıların konusu bunlar; ölümün önündeyiz şimdi. Cenazeye gitmedim, sevmediğim yazarlar da olacaktı orada, niye gideyim? Leylâ Erbil’in cenazesine de gitmedim: Sevdiklerimi de görecektim orada, onlarla sadece ölümlerde buluşmak istemedim. Öyle ya, çünkü, sevdiklerimizle yaşarken de görüşmeyiz. Hem cenazelere gitmeyince, küçük tesellidir, ölmemiş olur sevdiklerim. Üstelik bizim edebiyatımız, iyi bir ölü sevicidir. Hatta ülkemizde kimi yazar çizer, sadece ölünce sevilir.
“bir selvinin dibine oturdum / yüzümde ılık bir esinti / benim ismim de güzel durur / dedim mezar taşında / ölmek için zor tuttum kendimi.”
Şiir, Enver Abi’nin. Editörü bilmem de incelikli bir haytaydı, kumaşın iyisini beş yüz metreden tanır, güzel kalem, güzel saat sever, anlardı. Sonra şapkalar, şaraplar... Yaşarken oluyor her şey. Birkaç ay önce, Varlık’ın o ayki kapak konusu yüzünden tartıştık sosyal medyada. Yeri miydi orası, değil tabii. O bana bir şeyler söyledi, çoğu saçma; ben daha da saçmalayıp engelledim onu. Hangimiz haklıydı? Bilmem. Kim bilebilir? Ölümün önünde başlarımız eğik... Haklılık önemli mi?