Cem Yılmaz nereden bakıyor?

Pek Yakında’yı Beyoğlu Atlas Sineması’nda izlerken, tükenenin ne olduğunu düşündüm bir yandan da.

Dışarıdaki hayatın hengamesinden geçip o salona girince, zaman da bir ölçüde durmuştu sanki! “Yeşilçam sineması” nın soluk aldığı günlere dönmüştüm birden.

Karmaşa bu kentin karmaşası değildi artık. Hoyratça kullanılan bir İstanbul’un mutsuzluğu, arsızlığıydı bence!

Geçip geldiğimiz Taksim, bir “meydan” olmaktan çıkarılmıştı. Yöneldiğimiz İstiklâl Caddesi iyice kimliksizleşmiş, aidiyetini yitirmiş, bir yolgeçen hanına dönüşmüştü. Kaldırımsız yollar pislik içindeydi, vitrinler bir zamanların Mahmutpaşası’nı, Eminönü’nü andırıyordu.

Yıkılan Emek Sineması’nın yerinden hafriyat kamyonları ha bire moloz taşıyorlardı. Umarsız gözler, içi boşaltılmış o koca, eski mekânın önünden, vitrinlere bakarcasına bakıp, geçiyorlardı. Ve içeride, beyazperdeye yansıyan her bir karede anlatılan öykülerde, Cem Yılmaz bu dünyaya dair bir şeyler söylüyordu.

Anlatılan tükenişe ağıt mıydı, yoksa güzelleme mi?

Başlayan ve süren öykünün her bir sahnesini dikkatle izlerken; neyin iyi, neyin eksik, neyin gereksiz, neyin abartılı, neyin gerçek, neyin gerçekdışı olduğunu tek tek irdeleyip sorgulamak yerine; yanıbaşımdaki dostumla bakışarak yüz ifadelerimizle birbirimize bir şeyler anlatmayı yeğlemiştik.

Bir ara dayanamayıp: “Cem Yılmaz, öyküyü tümüyle kendi/kahramanı üzerine kurarak çizdiği karakteri figüranlaştırmış,” demekle yetinmiştim.

Dostumsa; “Sahi, Cem Yılmaz neye/nereden bakıyor; derdi ne bu dünyaya, insanlara ve dillendirdiği sorunlara karşı,” diyerek hem bana yanıt vermek hem de filmden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmekle yetinmişti.

Sinemadaki seyircinin azlığı bir ölçü müydü? Elbette ki değil! Nuri Bilge Ceylan’ın filmini de 8-9 kişiyle izlemiştim. Atlas’ta 16:30 matinesinde yaklaşık 30-40 kişi vardı. Tepkisiz, sessiz, fısıltısız izleyen bu insanların ne düşündüklerini merak ettimse de; asıl tiyoyu “ara” daki, çocukluğumuzun “firogo-gazoz”cusu verdi, “gelen seyirci pek beğenmedi, herkes ‘Hokkabaz daha iyiydi diyor’. Hızlanan ikinci yarıya rağmen artık çoğu kişinin filmden koptuğunu hissettim. Daha da ötesi; şu düşünceyi bende pekiştirdi Cem Yılmaz: Bu filmde yalnızca oyuncu olmalıydı.

Av Mevsimi’ndeki oyunculuğuna bakınca; Yavuz Turgul gibi bir yönetmenin neler yapabildiğini anlıyordunuz.

Yılmaz, kendisini iki öykü arasına sıkıştırarak; mekân gel-gitleri, eşya ve renk boğuntusuna kaptırdığı gibi, her şeyden/herkesten (yönetmenler ve filmlerden tabii) bir şeyler alarak; kendi “resim ödevi”ni yapan taklitçi çocuğa dönüştürmüş.

Filmden başarıyla çıkan yan karakterlerden (Zafer Algöz/Ahben, Çağlar Çorumlu/Zeki, Özkan Uğur/Ejder), dahası bunların üzerinden Yılmaz’ın anlatmak istediklerini elbette ki anlıyoruz. Abartı sanatın tözünde var.

Sürekli göndermelerde bulunması kendi öyküsünü zayıflatıyor. Ve Zafer’le “ezik insan” karakterini incelikle kurması; itilmiş/ötelenerek hiçleştirilmiş, mesleksizliği meslek edinmiş birini başarıyla çizmesi filmi film yapmaya yetmiyor ne yazık ki. Ama her şeyiyle sinema/film dünyasının içinde kalarak; güncel bir sorunla (hem de sektörün en belalısı DVD korsancılığıyla) öyküsünü buluşturması...Öfkedense sevgiyle yaklaşması bir “bakış”tır evet. Eksik/aksak bir bakış. Sorunu ortaya koyma biçimindense, “gösteri” yanını önceliyor, Yılmaz.

Gene de, “fark edenlere yapıyorum işimi” diyen Yılmaz’ın neye/niçin/nasıl/neden baktığını daha da “saf”laştırıp yalınlaştırması gerekiyor.

Cem Yılmaz’ı sinemanın “dahi çocuk”u gibi görmenin/göstermenin bir anlamı yok. İyi bir oyuncu olduğu kesin. Gösteri toplumunun bir kahramanı/idolü olduğu da. İster istemez dokunduğu her şeyi gösteriye dönüştürdüğü gibi burada da kurup anlattığı öyküye “gösteri”sel bakıyor. Bundan arındığı sahnelerde yalın bir dil kurduğunu, karakterlerini kendi gerçekliğinde bırakarak hayata dokunduğunu gözlüyoruz. Ne zaman ki gösteri kaygısı ağır basıyor, “bakış”ı altüst olan bir yönetmenle karşılaşıyoruz. Yan öykülerde ara ara öne çıkan/görünüp yiten trüklerde “gösteri”nin (hatta o dünyanın) eleştirisini ironik dille yapıyor. Gerçekle gerçeküstüyü, bazen absürdü buluşturuyor. Yeşilcam’a göndermeleri ise görüntü/söz düzeyinde kalıyor. İzleyiciye yorum/anlam için fırsat vermiyor.

Evet, hikâye anlatmasını biliyor. Gösteriyi de biliyor, gösteri toplumunun ne istediğini de. İyi kötü yirmi yıldır izleyicisini de avucunda nasıl tutması gerektiğini de iyi biliyor. Ama, gene de, ben onun dönüp Hokkabaz’daki anlatımcılığına/oyunculuğuna bakıp, o çizgiyi daha da aşarak hayata dokunan filmler yapabileceğini düşünüyorum. Bu kez, hayatı teğet geçiyor; bir tür müsamereleştiriyor.

YÖNETMENLİK Mİ?

Evet, o bambaşka bir iş. Her oyuncunun içinde yatan bir aslan mıdır bilemem ama; oyunculuk başka, yönetmenlik, öykü yazmak/hikâye anlatmak bambaşka bir şeydir.