‘Çiçeğimi kopardın sen’

Herkesin Deniz Gezmiş ile ilgili kendine özgü bir anısı vardır. Anlatırlar hep. Bizim köye geldiği bile anlatılanlar arasındadır. İspat etmek olası değildir. Bu anılar Deniz Gezmiş'e duyulan saygıdandır.

Benim de bir anım var. Radyonun sadece köy muhtarının, bir de Aşık Veysel'in evlerinde olduğu zamanlardı benim çocukluğum. Gazetenin ne olduğunu henüz bilmiyorduk. Sadece kese kağıtlarını açınca yazılı bir şeylerin olduğunu görür, ilgimizi çekerdi. Nereden, nasıl ve kimler tarafından anlatıldı bilmiyorum, Deniz Gezmiş anlatılıyordu. Anlatanlar da ya fazla bir şey bilmiyorlardı ya da ben bir şey anlamıyordum. Deniz görmemiş dağ çocuğu olarak hafızama hep denizleri gezen insan yerleşmişti. Nasıl bir insandı ki, denizleri gezmişti. Adı ve soyadının öyle olduğunu tahmin edemiyordum.

Denizleri gezmiş bu adam hayallerimde efsaneleşiyor, ha çıktı ha çıkacak diye dört tarafı dağlarla çevrili köyümüzün dağ tepelerine bakıyordum. O tepelerin ardın dağları aşıp, köyümüze gelecekmiş gibi gözlerim yollarda kalıyordu. Çocukluk işte. Bekledim hep, denizleri gezmiş adam dağları aşıp, köyümüze hiç gelmedi. Günümüzde onun köyümüze geldiğini söyleyenler var. Yakıştırma olsa gerek.

Deniz Gezmişli yıllarda ilkokulu bitirmiştim, yakınlarımızda ortaokul olmayınca evlenip Ankara’ya giden en büyük ablama sığındım. Ankara'da bir ortaokula kaydettirdiler beni. Ablamların kaldığı ev o zamanlar Ankara’nın yoksul gecekondu mahallelerinden biri olan Bağcılar mahallesindeydi. Asfalt yola varana kadar çamur bacaklarımızda güç bırakmazdı. Okulum ise Ankara’nın zengin mahallelerinin birisi olan Gazi Osman Paşa Mahallesinde bulunmaktaydı: Okulumun adı Gazi Osman Paşa Ortaokulu. Giysilerimle, konuşmamla, ürkek ve korkak davranışımla okulda çok yabancıydım. Öğretmenlerim de bunun farkındalardı. Öğretmenimin birisi sınıfta diş fırçalayıp fırçalamadığımı sormuştu. Diş fırçalamak da neydi acaba? Ağzımızı güzelce bulursak sabunla yıkardık, bulamazsak bol suyla ağzımızı temizlerdik. Öğretmenim diş fırçalamanın yabancısı olduğumu anlamıştı ki parmağımın üstüne tuz koymamı ve dişlerimin üstünde gezdirmemi söylemişti. Ertesi gün yapmış, öylece okula gitmiştim. “Bak çok da güzel dişlerin varmış, pırıl pırıl olmuşlar” demişti. Diş fırçalamayı bilmediğimden dolayı utanmalı mıydım, onu bile bilmiyordum. Çok çekingen, konuşmaya bile cesareti olmayan bir halim vardı. Sınıf öğretmenim ise çekingenlikten kurtulmanın yolunu, beni sınıfta iki kız arkadaşımın ortasına oturtmakta bulmuştu. O okulda bulunduğum iki yıl o düzen devam etti.

O zamanlar eniştem bir memur sendikasına ve Behice Boran’ın genel başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi’ne üyeydi. Eniştemin kardeşi gece lisesine gidiyordu. Her ikisinin de siyasi yanlarının bulunmasından, evde okuyabileceğimiz fazlasıyla kitap vardı. İlk okuduğumuz kitap kendisini rahmetle andığım Kemal Sülker’in Nazım veya Nazım'ın Çilesi adlı eseriydi. Ablam Cankız’ın okuryazarlığı bulunmadığından kitabı ben okuyor, ablam dinliyor, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Ablamın can kulağıyla dinlediği kitapta Nazım’ın mahpus hayatında çekmiş olduğu çileler anlatılıyordu. Her sayfası yüreğimizi eziyordu. Ablam, kafasını iki elinin arasına alıyor hem ağlıyor hem de beni dinliyordu.

Zaman 12 Mart öncesiydi. Bulunduğumuz mahalle Ankara'nın Gazi Osman Paşa ve Küçük Esat mahallelerine komşuydu. Bu mahallelerde banka soygunları ve çatışmaların sesi bazen bize kadar ulaşıyordu. Biz Nazım’ın Çilesini okuyarak hüznün doruklarında iki gözü iki çeşme haldeyken, Gazi Osman Paşa mahallesinden çatışma sesleri geliyordu. Kitabı bırakarak dışarı çıkıp, çatışmalardan haber almaya çalışıyorduk. “Hüseyin Cevahir mi Mahir Çayan mı, polislerle çatışıyor” diyorlardı. Bizim derdimiz yetmezmiş gibi bir de onlar diyorduk, üzülüyorduk. Her atılan kurşun sanki yüreğimize saplanıyor, ablamla birbirimize sarılıyorduk. Küçük olmanın üzüntüsünü duyuyordum, “büyük olsam yardımlarına koşarım” diyordum. O zaman ablam bana daha sıkı sarılıyordu.

Sokakta mahalleli olayları “Anarşistler çıkarıyormuş” diye anlatıyorlardı. Hepsinin üniversite öğrencisi olduğu söyleniyordu. Üniversiteliymiş sözünü duyunca Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okuyan komşumuzun oğlu Erdal abiyi düşünüyordum hep. Güzel bahçeli evlerine, onun üniversite öğrencisi olmasına imrenerek ve biraz da gözlerimle koruyan duygularla bakıyordum.

Haberlerde sürekli öldürülen üniversite öğrencilerinin isimleri okunuyordu. Denizleri gezmiş adamı ve arkadaşlarını kurtarmak için yola çıkan Mahir Çayan ve arkadaşlarının da katledildiğini öğreniyorduk. Üzülüyorduk. İsim ve soy isimler ne kadar da gizemliydi. Çayan, Özüdoğru, Cevahir, Aslan, İnan, Cemgil ve daha niceleri. Mahir Çayan ve arkadaşlarının cesetleri kağnılarla çamur ve gri bir havada köyden indirilmesi gazetelerde birinci sayfadan veriliyordu. Okuduğumuz Nazım'ın Çilesi ve katledilen devrimci gençlerden dolayı evimizde hüzün, keder ve yas vardı. Kitapta anlatılan Nazım’ı kurtarmak için koşturanlar gibi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını kurtarmak için koşturanların olduğunu anlatıyordu TİP’li eniştem. Umudun fazla olmadığını da belirtmeyi ihmal etmiyordu.

Günler birbirini kovalayıp mayısı buldu. Mayısın ilk haftası, köyümüzde olmayan radyomuzu sabah haberlerini dinlemek için açıyoruz ablamla. “Ajanslar” deniliyor radyoda. Ajanslar okunuyor, sadece bir haber hatırlıyorum: “Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan bugün sabaha karşı bulundukları Ulucanlar Hapishanesi’nde idam edildiler” deniyordu haberde. Devamını dinlemek için radyoyu kapatmıyoruz. Haberlerin hemen bitiminde Barış Manço'dan Dağlar Dağlar şarkısını dinleyeceksiniz diye bir anons hatırlıyorum.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği gün, onların idam edildiklerine dair haberin sonrasında Barış Manço’nun “Ellerimle büyüttüğüm, solar iken dirilttiğim, çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin” şarkısı küçük evimizdeki hüznü doruğa çıkarıyor. Cankız ablamla birbirimize yaklaşıp kucaklaşıyoruz, birbirimize engel olmadan, evde bizden başka kimsenin olmamasından da faydalanarak hıçkırıklara boğuluyoruz. “Sen ağlama kardeşim, sen daha küçüksün” diyor ablam, elleriyle gözlerimin yaşını silmeye çalışıyor.

Barış Manço’nun o şarkısı 6 Mayıs’ın sabahında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edildiği günde dinletilmesi tesadüf müydü, yoksa bilinçli bir seçim miydi? Öğrenmek asla mümkün olmayacaktı. 6 Mayıs’ın sabahında yaşamlarının baharında bir çiçek gibi idam ile soldurulan üç gence dair haberin ardından Barış Manço’nun sesinden “Ellerimle büyüttüğüm solar iken dirilttiğim” kederimize ortak olmuştu. İşte o günden beri ben her 6 Mayıs'ta Barış Manço'dan “Dağlar Dağlar” şarkısını dinlerim.

DAĞLAR DAĞLAR

Ellerimle büyüttüğüm solar iken dirilttiğim

Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin

Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin

Dağlar dağlar

Kurban olam yol ver geçem

Sevdiğimi son bir olsun yakından görem

Dağlar dağlar

Kurban olam yol ver geçem

Sevdiğimi son bir olsun yakından görem

Kuşlar ötmez güller soldu yüce dağlar duman oldu

Belli ki gittiğin yerden kara haber var